Kentlerimize Yaşam Kırlardan Gelir
Su, Biyoçesitlilik, Ekosistem Servisleri, Tarla, Baraj, İklim Değişikliği, Alışveriş, Lokantalar, Otomobiller,Kamyonlar, Manavdaki Meyve, Sebze…Kafamız Karıştı ama.. Kentlerimize Yaşam Kırlardan Gelir
Eyüp Yüksel
17 Ekim 2015
Kırsal alanlardaki biyoçeşitlilik olmadan sürdürülmeye çalışılan bir kentsel yaşam kentlerde yaşamak değil, ölmektir.
Kentlerimizde her istediğimizi bulur, satın alır, tüketiriz. Hepsi de kırsal alanlaradan gelir. Dünyanın bir çok ülkesinden büyük kentlere ytüksek kalitede içmesuyu bir ekosistem servisi olarak biyoçeşitlilik tarafından sağlanan alanlardan gelir. Kimi zamana bir sulak alan, göl, nehir, kimi zaman orman, kimi zaman da bozkır (step) habitatlarından, doğal çayır alanlarından. Bazılarının adı Milli Parktır, bazılarının ise hiç koruma statüsü olmaz. Kırsal alanlardakji bu biyoçeşeitlilik barındıran ekositemler aslında kentlerdeki belediyelerin baş destekçileridir, bedavaya su ve benzerlerini sağlayan, temiz hava sağplamada olduğu gibi bizlere ilkokullarda öğretilen, “orman su sağlar” ilkesinde ve bilgisinde olduğu gibi.
Bu nedenle büyük metropollerdeki yaşam ile köydekli, kırdaki, çiftlikteki yaşam; artan köyden kente göç ve Marshall traktör yardımları girse bile engellenemez, tek bir bütündür. Kentlerimiz ekosistemin tüketiciler, ayrıştırıcılar bölümündedir bir bakıma.
Bıraktığımız ekolojik ayakizleri kimi zaman belki kentimizi, köyümüzü değil de, kulnılmış kirli suyla birlikte lavabomuzdan alabildiğine uzak bir denizimizdeki balıklarımızı, açıkdeniz ve kıyıdaki pelajik ve bentik habitatlarımızı, oradaki, biyolojik çeşitliliği (biyoçeşitliliği) etkiler. Bu biyoçeşitlilik unsurları ülkemizi, bölgemizin, Akdeniz’in, hatta Avrupa’nın doğal sermayesidir, temini için harcanacak finas kapital ölçülemeyecek denli büyüktür. Marjinal değeri, yani son biriminin ekonomik değeri çok yüksektir. Tıpkı, çöle girerekn son büfede bulunan bir bardak su kadar, orada o anada, elmastan, altından, dünyanın en büyük servetinden, mesela Bill Gates’in servetinden daha büyüktür değeri.
Oradaki biyoçeşitlilik de midemizi, sofralarımızı, sağlığımızı, hastane masraflarımızı etkiler kuşkusuz. Ülkede hükümetin bütçesini, Hazineyi, kamu maliyesini ve dışarıdan ithal tıbbi araç gereç ve ilaç kalemleri meblağını bile etkiler. Her ne kadar biz suyun, doğanın, toprağın, gıdanın doğadaki kaynak halinde değerini milli muhasebe sistemimize içselleştirmesek de, yani dahil etmesek de. AVMlerde raflarda gördüğümüz paket paket ambalajlı besinler o markete gelemez. Eğer o kırsal alanlar, doğadaki doğal biyoçeşitliliğin sağladığı su olmasa. Tarımsal biyoçeşitliliği yetiştiren bu su olmasa.
Tarımsal üretim bile doğadaki biyoçeşitliliğe ve biyoçeşitliliğin sağladığı servis suya dayanır, ihtiyaç duyar.
Günümüz insanının suya, suyu temin eden doğal bitki ve hayvan örtüsüne yaklaşımı, bakış açısı ve haberdarlığı
Hergün sabahtaları evden veya akşamları işten eve dönerken, veya apartman dairemizden kapıcımızı bakkala, markete, kasaba, manava, hatta kuru temizleyiciye gönderirken, çarşıda Kızılay’da, Beyoğlu’nda veya Konak’ta, Alsancak’ta veya şehirlerarası yolculukta molada tuvalet ihtiyacımızı gideriirken hiç düşünmeden Ekolojik Ayakizlerimizi uzaklara göndeririz. Batı ülkelerinden çıkan bu işin bir felsefesi bile vardır, uzantı (extension) felsefesi.
Tarımsal davranışımız, tarımsal ürün besin tüketim beslenme ve temizlenme alışkanlıklarımızla ta uzaklardaki Kutup Ayısını etkiliyor olabiliriz. Kentiçinde hızlandırılmış son moda süratli ve tek yönlü yollarda sükseli otomobillerimizle gaza basarken, belki de her saat başı iki Kutup Ayısının evini daha elinden alıyor; denize, en az bizim kadar yaşama hakkı olan hayvancıkları suya batırıyor olabiliriz, belediye ve bizler hiç farkında olmadan. Bu arada okyanus ve denizlerin, özellikle kıyı alanlarındaki kentler için tehlikeli şekilde seviyelerini yükseltmiş oluyoruz. Su kıyıda yerleşim yerlerini bastığında faydalı değil, zararlı hale gelir. O nedenle metroyu yeterince kulalnmayan bir Anadolu kültürü (!) olarak suyu küresel ölçekte iyi yönetemiyoruz. Nasıl? Eksoz gazı ile koca Dünyamızı ısıtarak elbette. Isınan “dünya havası”, Kutuplardaki buzları eritiyor, yani buzulları. Buzullar ise ayının ayağının altındaki evi, habitatı, başka adresi yok!... Konu ilk algılanışında kişiye gülmece gibi geliyor ama, işin şakası da yok!
Umursamaz insanlar haline geldik. Televizyonlarda, dergilerde, bazı ansiklopedik kitaplarda istatistik, rakkam, veri, grafik, harita seyrediyoruz bol bol ama bunları hala umursamıyoruz. Bu bilgiler, veriler günlük hayatımızı belki de aldığımız maaştan, belediye başkanının partisinden daha çok etkiliyuor amka hep soyut zannediliyor. Soyut, bizden ötede, bizimle ilgisiz duyumlanır. Bu hazır bilgileri, belgeleri, çocuklarımızın ödevleri için kullanıyoruz sadece. Ya da tez hazırlayıp, kariyer, iş olanakları yaratmak için.
Kendi yazdığımızı bile okumuyoruz, gidişatı izlemiyoruz, beyinlerimiz aynı gerçeklikleri, gündelik algıları yeknesak bir şekilde takip ediyor, beyin en dış kabuk bölümü korteksimiz köreliyor her geçen gün. Bu tekdüzelik, bu kapitalist iş ve yaşam zinciri ve akışı kognitif hassalarımızı (bilişsel yetilerimizi) daha yaşlanmadan, henüz 55 yaşına gelmeden çok önce köreltiyor. Davranış, beyin, ekonomik sistem (kapitalizm, komünizm, karma ekonomi, ulusal ekonomi vb), üretim sistemi ile iklim değişikliği, su kullanımı, su koruma, iklim değişikliğinin olumsuz etkileri arasında da çok sıkı bağlantılar var aslında.
Ne ki, anlı şanlı, bürokratik hantallığı bakımından gelişmiş uluslararası kuruluşlar ve üniversiteler ve akademik ve sayılamacı (istatistikçi) her konuyu bölen “bölücü” kuruluşlar bunu görmezler veya görmeyi tercih etmezler. Kendini tekrarlamak onlara için daha yeğlenegelen bir tutumdur. Bir Newton, Leonardo da Vinci, Rene Descartes, Leibniz gibi her konuya el atan, entegre görebilen kişiler çağımızda artık kalmamıştır. Ülkemizde Dr. Yavuz DİZDAR hocamız bunun istisnasıdır. Friedrich Nietzsche şöyle diyor: “Akademisyenler her konuyu cevizin içini oyar gibi didik didik eder, o şekilde inceler, gerisine bakmaz”.
Suyu, su kaynaklarını suyun doğada ekosistem ile alışverişni anlaşılır bir şekilde anlatabilmenin eğitimi, psikolojisi ve pedagojisi
Günümüzün ünlü ve dev ölçekte yaygın uluslararası kuruluşlarında da benzer bir hastalık var; her konuyu onlarca, hatta yüzlerce uzanan listeler halinde sıralamaya ve faktörler arasındaki karşılıklı ilişkileri şema halinde göstermeye bayılırlar, ama çözüm, somut yaşamdaki karşılığı ile samimi, güvenilir, içten çözüm nedir bulamzlara, onun şemasını çizemezler. Sadece önceliklendirme ve soyut eylem planları hazırlarlar. Eylem planında zamanı, yani yılı geldiğinde şu kadarı uygulandı, yüzde bilmem kaçı uygulanamadı , diye not düşerek “bilimsel” çözümsüzlüklerini büyük bir “beceriyle” üretirler (!). Bu listeleri, şemaları hazırlarken, Afrika’^daki halka, Avrupa Birliğindeki tüketici vatandaşa fikirlerini sormak akılalırna gelmez..hep masa başı hap masabaşı, hep tahmin, varsayım, gazete haberleri, televizyon belgesellerindne izlenim “ödünç almalar”…Ve nihayetinde sorunlar, gelmekte olan tehlike vuırgulanır; sorunların kök sebeblerine değinilmez bile. Çözüm de önerilmez. Köktenci, samimi ve ciddi çözüm yerine tavsiyeler, yaptırımsı maddeler egemendir yayınlarında.
Neyin nerden geldiğini, neden geldiğini ve önümüzden insiyatifimiz dışı nasıl akıverip gittiğini, cebimizden gittiğini, sorumlusunun hangi faktörler olduğunu düşünmüyoruz, çünkü kentli insan olarak yorgunuz, kafaca da, bedence de ağır işçileriz. Sistem yani dünyanın düzeni böyle işliyor.
Evet, akademik, akademik demek de yetmez, bilimsel verileri okuyacak, anlayacak kapasitemiz kalmıyor akşamları. Haftasonu da ev işlerinden kalmıyor zaman. Hem hepimiz bilim adamı, teknisyen, uzman falan değiliz, anlatsalar da algılamak çok zor veya olanaksız.
Bu türden karmaşık olguları algılayabilmek için okunur, cazip, eğlenceli, kaçırtmayan türden olmalaır gerekir. Eğer hedef kitlemiz en yaygın ölçekte tüm insanlıksa. Oysa, güzel vatanımız Türkiye’mizde güzel ülkemizde öteden beri çevre ve doğa üzerine öykü yazmak, gayrıresmi ve teknik olmayan bir edebi deneme dili daima küçümsenegelmiştir. Avrupa Birliğinde Türkiye üzerine yazılan çevre, doğa hikâyeleri bile küçümsenir, tepki gösterilmez, hatta hiç okunmaz. Türkiye üzerine bu türden öyküleri Avrupalı daha çok okur. Bizim ülkemizde herkes çok ciddidir çünkü. Bu sosyal davranış örneği doğal kaynak kavramları, fırsat maliyeti, fayda transferi vb doğal kaynaklarda neoliberal ekonomik yönetim araçlarla karar verme süreçlerini yönetebilmemizi hep engeller. Meslek odaları, demokratik kitle örgütleri, yani bir bakıma “ilericiler” de; toplumsal sorumluluk sahibi ilerici aydın teknisyenler, teknokratlar da toplumla işler, çalışır vaziyette, pedagojik bir algı diyaloğu yöntem ve tekniklerini geliştirmeye, kurmaya alabildiğine yabancıdırlar. Ayrıntılı, rakamlı, tarihli bilgiler, yakınmalar, şikayetler, eleştiriler mutlaka gereklidir ama ama kitlelere ulaşmaya uyeterli değildir.
Bazı çalışmalarımızda ve toplantılarımızda, yayınlarımızda, proje çalıştaylarında, mevzuat hazırlama sürecindeki toplantılarda vs. yakınmaktan, kızmaktan, öfkelenmekten, hatta içerlemekten kendimizi ön plana çıkarıyor, eleştirmekten kendi egomuzla “hiç acımadan”, yani dozunu hiç ayarlayamadan eziyor, dikotomiye kapılıyor; onun yerine kestirme yoldan kitlelere, sade vatandaşa iklim değişikliğini, su kaynaklarının ve suyun kullanım modelleri, davranışları ile doğadaki çiçeğin, ağacın, böceğin, otun bize musluklarımızda, banyolarımızda nasıl su sağladığını anlatamıyoruz. Duygusalız çünkü. Bunu düşünmeye gerek bile duymayız. Avustralya’daki belirli kentlerdeki kadar aşırı su kıtlığı olsaydı; çarsizlik dürtüsüyle belki düşünürdük, okur; kelebeğe, solucana, böceğe, tilkiye, otsu “sıradan” bir mera veya otlak bitki türüne başka bir gözle bakardık mutlak. Aile içinde birbirimize davrandığımız gibi düşünmeye, davranmaya alışmışız çünkü.
İşte o zaman da kaynağı sınırsız zannedip, bol keseden tüketiyoruz veya neo-liberal, pek de işlemeyen fiyatlandırma mekanizmalarıyla ya kendimizi avutuyor, ya da bir takım çevrelere yakın özel sektör kesimlerini zengin ediveriyoruz bu tuzağa safça düşerek. Evet Dünya Bankasının suyu fiyatlandırma politikası güzel de..suyu bol keseden tüketmeyi önler, caydırıcı bir araçtır ama, işin başka sosyal psikolojik boyutları da var “bir türlü görünmeyen”!. O nedenledir ki belki de, zengin Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde bu kirleten öder ilkesi pek de çalışmaz. AB vatandaşı cebindeki bol gelirinden kirlettiği kadarını öder ve otomobiliyle ve sanayi tesisleriyle yeniden emisyona “üretmeye” devam eder. Bunu AB’nin çevre kurumu Kopenhag’ta konuşlanmış Avrupa Çevre Ajansı Raporları açıklıyor.
Diğer yazılarımızda bakkalda, AVM’de, markette elimizi uzattığımız raftaki ürünlere hükümetler mi, küresel ticaret dinamikleri mi, bir ülkedeki gıda tüketiminin su cinsinden diğer ülkenin çiftçisini ve doğal ekositemini nasıl etkiliyor, ekosistemdeki biyoçeşitlilik nasıl oluyor da, yerüstü ve yeraltı sularını sağlıyor, kentlerdeki yaşam alanlarını, mekanlarını nasıl serinletiyor ve böylece iklim değişikliğinin istenmeyen zararlı etkilerine karşı kırsal ekosistemlerdeki su tutulması sayesinde kentlerimizde sağlık, direnç nasıl sağlanabiliyor, yeşil altyapı; Milenyum Ekosistem değerlendirmesi ve TEEB benzeri raporları, hayvan, bitki ve insan fizyolojisi ve metabolizması ile iklim değişikliği, su ve kuraklık arasındaki ilşkiler; arazi kullanımı, biyoçeşitlilik ve tarımsal üretim arasındaki üçlü ilişkiyi, çevresel indikatör (gösterge) ve biyoindikatör belirlemenin “her şeye rağmen” yine de neden gerekli olduğunu, Avrupa’da, Kanada’da, Yeni Zelanda, Japonya, ABD, Avustralya ve benzer kalkınmış ülkelrde tarımın doğaya, biyoçeşitliliğe, hem suya hem tarıma (toprağın kalitesi ve bütünlüğüne) ve kuşlara katkılarını ve bunun iklim değişikliği kapsamındaki stokiyometrisi, ülkemizdeki biyoçeşitlilik izleme mekanizmalarındaki boşlukların belirlenmesini, seçici farkındalıklı tüketiciyi, iklim değişikliğinin tarım çevre göstergeleri üzerindeki özellikle kültür bitkilerinin doğadaki akrabalarının (Cro Wild Relatives, CWRs) korunması stratejisinin belirlenmesi ve FAO isteği korunan alanlaırnın ilan edilmesinin gerekliliğini, köyden kente göç ile arazi terkinin biyoçeşitlilik ve su koruma üzerindeki olumsuz etkilerini ve kentlerimizdeki sosyal, ekonomik maliyetini, Tuz Gölü Özel çevre Koruma Bölgesi için bir özet fırsat maliyet analizini ve benzer konuları işleyeceğiz.
Yorumlarınızı Bizimle Paylaşın
Sadece üyelerimiz yorum yapabilir, hemen ücretsiz üye olmak için Tıklayın