ÜLKEDE SU BARIŞI DÜNYADA SU BARIŞI 

Genel

Kuraklık.Nerede,Kimler İçin ?

Ülkemizdeki “okumuşlar” arasında bence çok kötü bir “alışkanlık” ya da tembellik var; yer, zaman ve toplumsal, daha doğru bir söyleyişle sınıfsal özgünlükleri sorgulamamak, genellemeler ve ortalamalarla yetinmek. Bu türden yaklaşımlarla günü kurtarıyorlar belki; peki, sözgelimi, sorunlar çözümleniyor mu? Sanmıyorum. Şu kuraklık tartışmalarına bakın; haksız mıyım? Kuraklık, aylardır; “- Ben geliyoruuuuum!” dedi ama ne ilgili bakanlıklar, ne üniversitelerin ilgili bölümleri, ne de çevre/doğa korumacı dostlarımız bu durumu gerektiğince dert edindi. Haydi, onlar bir yana –bu da ne demekse!-  üretici örgütlerine, sözgelimi Türkiye Ziraat Odaları Birliği’ne ne demeli? Kitle iletişim araçları ise, sorunu yalnızca büyük kentlerimizde gündeme gelebilecek su yetmezliğine indirgemiş; suyu azalmış barajlar üzerine “muhabbet yapıyor.” Çok büyük bir olasılıkla mevsim gereği biraz yağmur yağarsa, konu gündemden tümüyle çıkacaktır. Yeterli nitelik ve nicelikte su, yaşamın sürdürülebilmesi için “olmazsa olmaz” bir koşulsa gerçekten de, bu vurdumduymazlığın, bu yüzeyselliğin aşılması gerekmiyor mu? Bence kesinlikle, gerekiyor. Bu düşünceyle bir tartışma çerçevesi oluşturmaya çalıştım: Bilmiyorum, konunun böylesi bir çerçevede tartışılmasını yararlı görür müsünüz? Başlarken kimi anımsatmalar… Sanırım 2013 yılının son, 2014 yılının da ilk aylarında olduğu denli bol yalanlı, aldatmacalı günler ülkemizde daha önce çok az yaşanmıştır. Artık çoğu kimse nelere, kimlere ne denli inanabileceğini bilemiyor. Gerçekler kolaylıkla çarpıtılabiliyor; en yetkili kişi ve kuruluşlar bile gözlerini kırpmadan yalan söyleyebiliyor, kamusal kitle iletişim araçlarını bu doğrultuda sınırsızca kullanabiliyor çünkü. Buna karşılık doğrudan, kamudan yana olduklarını öne sürenler ise yüzeysel bilgilenmelerle yetinme kolaycılığı içinde sızlanıp durabiliyor. Kısacası; kapkara bir aymazlık bulutu kapladı her yanı, gerektiğince nefes alabilmek bile neredeyse tümüyle olanaksızlaştı artık… Güncel bir sorunu “sessizce” tartışmayı amaçlayan bir değiniye böylesine karamsar sözlerle başlamak pek iç açıcı bir tutum değil kuşkusuz. Ancak, ülkemizde çiftçilerin mesleksel kitle örgütü olan Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin Başkanı tarafından;
  • :“Ciddi bir kuraklık tehlikesiyle karşı karşıyayız”
  • “2013 Ekim-Aralık döneminde yağışlar, 2012 yılının aynı dönemine göre yüzde 41,2 azaldı”
  • “ En fazla yağış azalması yüzde 49,4 ile İç Anadolu ve yüzde 47,7 ile Akdeniz bölgelerinde oldu”
  • “Aralık ayında Ege Bölgesi’ndeki yağış azalması yüzde 84,5’e çıktı”
  • “Hububat ekiminin yoğun olarak yapıldığı bu bölgelerde yağışların azalması sıkıntı oluşturmaktadır”
Açıklamasının yapıldığı (11 Ocak 2014); kuraklık belirtilerinin yol açtığı kaygıların giderek büyüyüp yaygınlaştığı bir dönemde; Özellikle İstanbul’da su kesintisi olmayacak. Aksi takdirde bıyıklarımı kesmek durumunda kalacağım.” diyebilen (27 Şubat 2014) bir Orman ve Su İşleri Bakanı’nın; "Bizim için yani tarımcılar için tarımsal kuraklık önemli. Tarımsal kuraklık şu; bitkinin suya ihtiyaç hissettiği 3 dönem var. Bunlar tohumu toprağa attığınız an, bitki büyüyeceği zaman gövdesinin gelişmesi için, bir de ürün vereceği zaman bir dönemdir. Buna tarımsal kuraklık diyoruz. Şu an itibariyle tarımsal kuraklık söz konusu değil. Bugün Türkiye'de tarımsal kuraklık var diyemiyoruz. Ama meteorolojik kuraklık var. Bir yıl içinde uzun yıllar ortalamasıyla mukayese edildiğinde düşen yağmur miktarı daha az. Şu an için yok ama endişe taşıyoruz.” açıklamasını yapabilen (7 Ocak 2014) bir Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı’nın yaklaşımı karşısında, başka neler, nasıl söylenebilir ki? Orman ve Su İşleri Bakanı’nın bıyıkları son derece önemlidir kuşkusuz (!). Ancak, sanırım olası kuraklığın ve su yetmezliğinin yol açabileceği ekolojik, ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunlar da önemli olsa gerek, değil mi? Peki; olası bir kuraklık sorunu karşısında, şimdiye değin, deyim yerindeyse “kıllarını kıpırdatmayan” çevre/doğa korumacı dostlarımıza ne demeli; kuraklık ve yol açabileceği su yetmezliği olasılığı karşısında, söyleyecekleri hiçbir şeyleri yok mu; olmayacak mı? Kuraklık ve su sorunu ülkemizde çok önemsenmiştir, çoook ()… Görünüşe bakılırsa iklim değişikliği, kuraklık, çölleşme vb sorunlar konusunda ülkemiz pek hazırlıklı (!) Örneğin; TC Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı (GTHB); Bakanlar Kurulu’na 2007/12477 sayılı “Tarımsal Kuraklıkla Mücadele İle Kuraklık Yönetimi Çalışmalarına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Karar”ını aldırmış;  söz konusu Bakanlar Kurulu kararı uyarınca 2008-2012 dönemini kapsayacak biçimde Tarımsal Kuraklıkla Mücadele Stratejisi ve Eylem Planı’nı hazırlayıp “uygulamış”; 2008 yılında Tarımsal Kuraklık Yönetiminin Görevleri, Çalışma Usul ve Esaslarına Dair  ü  Yönetmeliği yürürlüğe koymuş; bu Yönetmelik uyarınca Tarımsal Kuraklık Yönetimi Koordinasyon Kurulu, bu kurula bağlı olarak çalışacak merkezde İzleme, Erken Uyarı ve Tahmin Komitesi ile Risk Değerlendirme Komitesi ile illerde valilerin başkanlığında Tarımsal Kuraklık İl Kriz Merkezleri’ni oluşturmuş; Bakanlığın 639 sayılı KHK uyarınca yeniden yapılandırılması üzerine anılan Yönetmeliği 2012 yılında tümüyle yenilemiş; ü  2013 yılında ise 2013-2017 döneminde uygulanacak Türkiye Tarımsal Kuraklıkla Mücadele Stratejisi ve Eylem Planı’nı (TAKEP) hazırlamış ve her il için “kuraklıkla mücadelede en önemli mekanizma olarak, illerin kendi dinamiklerine ve özel koşullarına uygun” “Kuraklık Eylem Planı” hazırlama sürecini başlatmış. Öne sürüldüğüne göre, TAKEP;Doğanın gizli tehlikesi olan kuraklıkla mücadele için, Bakanlığımız, ilgili diğer kamu kuruluşları ve sivil toplum kuruluşlarının yapacağı çalışmalarda, yatırım veya araştırma programlarının hazırlanmasında, kuraklık tedbirlerinin göz önünde bulundurulması açısından, bu Strateji ve Plan belgesi yol gösterici olacaktır.” (GTHB 2013, s 3). Bu arada; 2005 yılında 5363 sayılı Tarım Sigortaları Kanunu çıkarılarak çoğu yabancı sermayeli sigorta şirketlerinin katılımlarıyla ödenecek primin % 50’sini devletin ödeyeceği “Tarım Sigortaları Havuz İşletmesi AŞ” kurulmuştur. Ancak, bu “havuzda”; “Tüm bitkisel ürünler için; dolu, fırtına, hortum, yangın, heyelan, deprem, sel ve su baskını risklerinin neden olduğu miktar kaybı ile yaş meyve, sebze ve kesme çiçekler için doludan kaynaklanan kalite kaybı sigorta kapsamındadır.” (TARSİM). Daha çık bir söyleyişle; kuraklık, tarımsal sigorta kapsamı dışında bırakılmıştır. Başka kuruluşlar da boş durmamış kuşkusuz; onlar da çeşitli çabalara girmiş. Örneğin; 2005 yılında Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü Çölleşme ile Mücadele Ulusal Eylem Programı’nı; daha sonra ise TC Orman ve Su İşleri Bakanlığı Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Genel Müdürlüğü Çölleşme İle Mücadele Ulusal Strateji Belgesi’ni hazırlamış ve 2013-2023 dönemini kapsayacak Çölleşme ile Mücadele Ulusal Strateji Programı hazırlık çalışmalarını başlatmış.    TC Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da (ÇEŞ) İklim Değişikliği Eylem Planı 2011-2023 belgesini üretmiş; TC Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından Ulusal Havza Yönetim Stratejisi (2012-2023) (Taslak) çalışmaları yürütülmektedir. Öte yandan, az kalsın unutuyordum; yapılan çalışmalar yalnızca “ulusal” strateji, eylem planı ve programları vb belgelerin hazırlanmasıyla sınırlı olmamış, “önemli” kurumsal düzenlemeler de gerçekleştirilmiştir. Örneğin; 2011 yılında 645 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle (KHK) Orman ve Su İşleri (OR-SU) Bakanlığı kuruluş; OR-SU yapısında Devlet Su İşleri, Su Yönetimi ile Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Genel Müdürlüklerine yer verilmiş; Yine 2011 yılında 658 sayılı KHK’yla OR-SU’ya bağlı, özel bütçeli Türkiye Su Enstitüsü kurulmuştur. Ek olarak, “su sorunu” karşısında çeşitli çabalara giren, örneğin;
  • Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu
  •   Türkiye Su Meclisi
  • Su Hakkı Kampanyası
  • Su Platformu
  •  Su ve Kadın Platformu Derneği
  • Su Vakfı
  • vb gönüllü oluşumlar sayılabilir. Bu bağlamda ayrıca; WWF-Türkiye’nin Su: Suyun Yeryüzündeki Serüveni (2004) ile Türkiye’nin Su Ayak İzi Raporu; Su, Üretim ve Uluslararası Ticaret İlişkisi  İş Dünyası ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği ve Doğa Koruma Merkezi tarafından yayımlanan Türkiye’de Suyun Durumu ve Su Yönetiminde Yeni Yaklaşımlar (2013),
Türkiye Ziraat Odaları Birliği tarafından hazırlanan 2013-2014 Tarımsal Üretim Dönemi Kuraklık Risk Tahmin Raporu (2014), Su yönetimi konusunda yetkin uzmanlardan oluşan Toprak Su Enerji Çalışma Grubu, su politikaları alanında bitmez tükenmez çalışmalar yapan Dursun Yıldız ile Hidropolitik Akademi’nin konu ile ilgili olarak ürettiği çok sayıda bilgi ve yazanaklar da sayılabilir. Kimileri, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere çeşitli ülkelerarası kuruluşun “önerisiyle” – “emrivakisiyle” mi deseydim acaba?- ve onlarca konu uzmanının katılımıyla hazırlanan strateji, plan, program vb belgelerin; oluşturulan devlet ve onlarca “sivil” ilgili kuruluşun; hazırlanan çok sayıda hukuksal düzenlemenin ne denli yetkin olduklarını tartışmayacağım kuşkusuz; yeterli bilgiye sahip değilim çünkü. Ancak yine de şunları sormadan geçemeyeceğim: Bu stratejiler, program ve eylem planları; i) ne denli gerçekçi, uygulanabilir idi; ii) gerekli yaptırım ya da yönlendirme gücüne sahip miydiler; iii) birbirleriyle, daha da önemlisi, ilgili sektörler (tarım, ormancılık, sanayi, turizm, inşaat, kentleşme vb) için hazırlananlar ile ne denli uyumluydu; iv) ilgili toplumsal sınıf ve katmanlar tarafından ne denli “dert edinilebildiler”; v) ne denli yaşama geçirilebildiler; vi) gerektiğince yaşama geçirilemediyse eğer bunun nedenleri nelerdi? Umarım, birileri bu türden soruları yanıtlama çabasına da girer; biraz zahmet olacak kuşkusuz ! Öte yandan; bu teknik, hukuksal ve kurumsal çabalar göz önünde bulundurulunca, ülkemizde gündeme gelebilecek “kuraklıklardan* ve su kıtlıklarından kaygı duyulmaması gerekiyor. Ancak; 2013’ün son ve 2014 yılının da ilk aylarında yaşanan yağış azlığı karşısında, özellikle çiftçi yurttaşlarımızın sergilediği çaresizliklere karşın, ilgili bakanlar ile kurum ve kuruluşların açıklamalarındaki tutarsızlıklar, kitle iletişim araçlarındaki yüzeysel haberler, çevre/doğa korumacıların ilgisizlikleri, böylesi bir iyimserliğe hak vermiyor ne yazık ki. Kuraklık, ülkemizde öngörülemeyecek bir sorun mudur? WWF-Türkiye tarafından 2014 yılı başlarında Türkiye’nin Su Ayak İzi Raporu: Su, Üretim ve Uluslararası Ticaret İlişkisi adıyla yayımlanan kapsamlı yazanakta bildirildiğine göre ülkemizde;
  •  Yıllık ortalama yağış: 643 mm/yıl
  • Yıllık toplam yağış miktarı: 501 milyar m3/yıl
  • Buharlaşma: 274 milyar m3/yıl
  • Yeraltına sızma: 41 milyar m3/yıl
  •  Yüzey suyu akışı: 186 milyar m3/yıl
  • Kullanılabilir yüzey suyu: 98 milyar m3/yıl
  • Yeraltı suyu çekilmesi: 14 milyar m3/yıl
  •  Net kullanılabilir tatlı su kaynağı: 112 milyar m3/yıl
  • Kişi başına düşen tatlı su miktarı: 1.519 m3/kişi/yılolarak hesaplanmıştır
(WWF-Türkiye 2014, s 16). Açıktır ki, yağışların yıl içindeki dağılımı, devamlılığı ve şiddeti en az yıllık toplam ve ortalama değerleri denli önem taşımaktadır. Bu gerçekliklerden hareketle şu genelleme yapılabilir sanırım: Türkiye’de yağışlar ve su kaynakları, kısıtlıdır ve çoğu kişi de bu gerçeği bilinmektedir ! Öte yandan; 1950-2008 dönemi için hazırladığım aşağıda çizge, kuraklığın ülkemizde hiç de öngörülemeyecek bir sorun olmadığı; yağış düzeyinin ülkemizin her yanında aynı olmadığını açıklıkla ortaya koyuyor: adsız Söz konusu dönem boyunca ülkemizde 646,6 mm/yıl olan yıllık ortalama yağış, 59 yıllık dönemin 29 yılında ise 646,6 mm/yıl’dan az olmuştur. Başka bir söyleyişle zaten kurak, yarık  kurak olan ülkemizde çoğunlukla kurak sayılabilecek yıllar yaşanmaktadır. Öte yandan; söz konusu dönemde yıllık ortalama yağış yıllara göre 504,1-804,4 mm/yıl arasında değişmiştir. Yıllık ortalama yağış yörelere göre de ortalama 250 mm (Tuzgölü) ile 2304 (Rize) mm/yıl arasında değişkenlik göstermiştir. Doğal olarak ülkemizde “oransal nem” de, yersel olarak %49 (Urfa) – %77 (Rize) arasında değişmektedir. İklimbilimci Türkeş ve arkadaşlarının yaptıkları bir araştırmanın bulguları da bu gerçeği açıklıkla ortaya koymaktadır. Veri süreleri yaklaşık 40 yıl ile 73 yıl arasında değişen 111 istasyon ölçümlerinden hareketle yapılan çözümlemelere göre (Türkeş-Sarıs-Koç 2007;  s 57); (1) Yıllık toplam yağışlarda ve yağış yoğunluğu tutarlarında belirgin olan azalma eğilimleri, Akdeniz ve Karadeniz yağış rejimi bölgelerinde daha kuvvetlidir. (2) Kış mevsimi toplam yağışlarında belirgin bir azalma (kuraklaşma) eğilimi bulunmasına karşın, ilkbahar, yaz ve sonbahar toplam yağışlarında genel bir artış eğilimi egemendir. (3) Yağış yoğunluğu tutarları, tüm mevsimlerde bir azalma gösterme eğilimindedir ve bu azalma, toplam yağışlarda bulunan azalmadan hem alansal dağılışın tutarlılığı hem de istatistiksel anlamlılığın büyüklüğü açılarından daha kuvvetlidir. (4) Kış toplam yağışlarında gözlenen azalma eğilimi Akdeniz’de, yağış yoğunluğu tutarlarındaki azalma eğilimi ise Karadeniz yağış rejimi bölgesinde en kuvvetlidir. (5) Yağış yoğunluğundaki azalma eğilimi, yaklaşık 1950 yılından sonra kuvvetlenmiştir.” Açıktır ki, ilgili kurum ve kuruluşlar ve konu uzmanı kişiler, bu gerçekleri benden çok daha iyi biliyorlardır. Ek olarak; kentsel ve kırsal yerleşmelerin düzenlenmesinden enerji üretimine, evsel ve endüstriyel tüketiminden tarımsal sulamalara, doğal yaşamın korunmasından park, bahçe vb ortamların sulanmasına; kısacası suyun kullanıldığı tüm alanlardaki değişme ve gelişmelerin bu gerçekler göz önünde bulundurularak planlanması ve gerçekleştirilmesi de bilinmeyen bir koşul değil. Böyle iken, bu koşul, neredeyse ısrarlı bir kararlılıkla yerine getirilmiyor ya da getirilemiyor. “Nedense…” vurgusunu sözün gelişi yapıyorum; yoksa söz konusu durumun nedenlerini de çok iyi biliyor olmalısınız. TARTIŞILMASI GEREKEN BOYUTLAR… Bilindiği gibi kuraklık ve su yetmezliği, farklı olgulardır: Kuraklığın olası sonuçlarından birisi de su yetmezliği olabilir. Ancak, su yetmezliği, çoğu durumda yönetsel yetersizlikler; tarım, sanayi, enerji ve evsel alanlar başta olmak üzere suyun verimsiz ve/veya savurgan kullanılması; yaşama biçimi; yersel ve toplumsal olarak eşitsiz dağıtım; su kaynaklarının kirletilmesi, alt yapı yetersizlikleri vb nedenlerde de kaynaklanabilir. Son yıllarda “neoliberal” olarak adlandırılan ekonomi politikaları kapsamında giderek yaygınlaştırılan suyu ticarileştirilerek tüm canlılar için temel hak olmaktan çıkarılması, sağlıklı ve erişilebilir suya erişim olanaklarının kısıtlanması da bu bağlamda gözden kaçırılmaması bir olumsuzluktur. Açıktır ki, bu türden olumsuzluklar, kuraklıkla karşılaştırıldığında, göreceli olarak daha kolay önlenebilir ve/veya azaltılabilir. Kimileri yukarıda örneklenen yazanaklarda bu doğrultuda çeşitli önlem önerilerine yer verilmiştir. Buna karşılık kuraklık, doğal bir olgudur; önlenebilmesi, en azından kısa dönemde olası değildir. Ancak, kuraklığın, başta su yetmezliği olmak üzere yol açabileceği olumsuzluklar da azaltılabilir; kimi durumlarda da tümüyle önlenebilir kuşkusuz. Örneğin; başta TC Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından en son 2013-2017 dönemini kapsayacak biçimde hazırlanan Türkiye Tarımsal Kuraklıkla Mücadele Stratejisi ve Eylem Planı olmak üzere çok sayıda belgede bu türden önlemlere yer verilmiştir. Ne var ki, bu türden belgelerde yer verilen önlemlerin yaşama geçirilmesi, tümüyle rastlantısaldır; gerektiği gibi yaşama geçirilmesini zorunlu kılan hukuksal düzenlemeler yoktur çünkü. Öte yandan; gerek kuraklık gerekse su yetmezliği de, tüm toplumsal sınıf ve katmanları, bölgeleri,  sektörleri aynı düzeyde ve biçimde etkileyen sorunlar değildir. Böyle iken, bu sorunların tartışılması sırasında hemen hemen yalnızca ülkesel, bölgesel, toplumsal, sektörel vb ortalamalar temel alınmakta; ekosistemlere, insanlar dışındaki canlılara olası etkileri ise gerektiğince sorgulanmamaktadır. Egemen sınıflar ise, söz konusu soruna çoğu kez Marks’ın “Kapitalizm gölgesini satamayacağı ağacı keser” sözünü ya da bizim “koyun can, kasap yağ derdinde” atasözünü çağrıştıracak biçimde yaklaşmaktadır.* Böyle olmasaydı eğer, su  yetmezliği sorununu kuraklık sorununun önüne geçirme, giderek su yetmezliği sorununu suyun metalaştırılması yoluyla göğüsleme çabasına girer miydi? Bence, girmezdi; bu çok açık. Açık olmayan ya da benim anlayamadığım ise “su hakkı” savunucularının kuraklık sorunu üzerinde de neden gerektiğince durmadıkları; hem kuraklık hem de su yetmezliği sorununu toplumsal sınıflar ve ekosistemler temelinde tartışmadıkları. Yoksa onlar da kuraklığın ve su yetmezliğinin tüm toplumsal sınıfları, ekosistemleri, yabanıl yaşamı aynı düzey ve biçimde etkileyeceğini mi düşünüyor acaba? Bilemiyorum.

***

WWF-Türkiye tarafından yapılan söz konusu araştırmanın bulgularına göre; “Bir ülke içerisinde üretilen tüm ürünler için gereken toplam su miktarı” olarak tanımlanan  “üretimin su ayak izi*, ülkemizde toplam 139,6 milyar m3/yıl’dır ve bu miktarın % 89’u tarımsal üretimde kullanılırken %7’si evsel ve % 4’ü de endüstriyeldir (WWF-Türkiye 2014, s 20).  Öte yandan; “Bir ülkede tüketimin su ayak izi; ülke içinde tüketilen malların ve hizmetlerin üretiminde kullanılan tatlı su miktarı” olarak tanımlanantüketimin su ayak izi ise ülkemizde yaklaşık 140,2 milyar m3/yıl’dır Saptamalara göre ülkemizde “tüketimin su ayak izinin” en büyük bölümü yine %89 ile tarımdan kaynaklanmaktadır ve tüketimin su ayak izinin sırasıyla %6’sını endüstriyel ve %5’ini de evsel oluşturur (WWF-Türkiye 2014, s 30). Bu verilerden hareketle kuraklık ve su yetmezliğinin yol açabileceği etkilerin, hem doğası, hem canlılar yönünden taşıdığı önem ve hem de çeşitli göstergeler yönünden büyüklüğü ve yaygınlığı nedeniyle tarım kesiminde göreceli olarak daha büyük önem taşıdığı söylenebilir. Ek olarak, kuraklık ve yağış yetmezliği, daha önce de değinildiği gibi ormancılık, sucul ekosistemler ve yabanıl yaşam üzerindeki olası etkilerinin de gözden kaçırılmaması gerekir kuşkusuz. Kuraklık ve su yetmezliğinin tarım yapı ve üretim üzerindeki etkileri türdeş ve aynı düzeylerde değildir! Çoğunlukla öyle yanılıyor ama değildir; nasıl türdeş olabilir ki: Tarımsal işletmelerin yersel konumları, dolayısıyla arazilerin toprak yapıları ve biçimleri, ürün desenleri, tarımsal işletmelerin yapısal özellikleri, üreticilerin toplumsal ve kültürel özellikleri, siyasal iktidarların tarım politikaları ülkemizde de son derece değişkendir çünkü. Sözgelimi, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) en son 2006 yılında gerçekleştirdiği Tarımsal İşletme Yapı Araştırması bulgularına göre ülkemizde tarım işletmelerinin arazi genişliklerine dağılımı (%) sergilenmiştir (TÜİK 2008, s 1): adsız Görüldüğü gibi ülkemizde tarımsal amaçlarla kullanılan arazilerin tarım işletmeleri arasında dağılımı son derece dengesizdir; tarım işletmelerinin %78,9’u 100 dekardan küçük işletme arazileri işlemekte ve bu işletmelerin kullandıkları arazi ise toplam arazinin %34,3’ünü oluşturmaktadır. Öte yandan, aynı kaynakta belirtildiğine göre ülkemizde;  kullanım şekline göre sulanan alan oranları incelendiğinde, ekilen tarla arazisinin %27,8’i, sebze ve çiçek bahçelerinin (fidelik ve örtüaltı dahil) %72,7’si, meyve ve diğer uzun ömürlü bitkiler ile içecek ve baharat bitkilerinin kapladığı alanın (fidanlık ve örtüaltı dahil) %25,8’i, daimi çayır arazisinin %35’i, kavaklık-söğütlük arazinin %58,4’ü sulandığı görülmektedir.adsız Bu veriler göz önünde bulundurulduğunda; “- Peki, arazilerini sulayamayan üreticiler, özellikle kuraklık dönemlerinde ne yapıyor?” sorusunun da sorulması ve yanıtlanması gerekmiyor mu? Gerekmiyor. olacak ki, ne soranı dolayısıyla ne de yanıtlayanı var. Öte yandan, bu veriler, ülkemizde tarımsal üretimin başta yağışlar olmak üzere iklim koşullarına bağımlılığını günümüzde de büyük ölçüde sürdürdüğünü açıklıkla ortaya koymaktadır. Açıktır ki, susuz koşullarda ya da “taşıma suyla” sulama yapmak zorunda olan tarımsal üretim yapmakta olan küçük ve orta tarım işletmeleri, “tarımsal kuraklıktan” göreceli olarak daha fazla etkilenecektir. Tam da bu noktada tarımsal üretimde “farklılık rantı” olgusunun anımsanması gerekmiyor mu? Kesinlikle gerekiyor bence ve bu gerek yerine getirildiğinde, sözgelimi sulanabilir arazilere sahip olan üreticilerin kuraklıktan da daha kazanımlı çıkabilecekleri gerçeği daha kolay kavranabilecek… Kısacası sulanabilir arazilere sahip olmayan üreticiler ya çeşitli koşullarla borçlanarak sulama yapabilecek ya da kuraklıkların yinelenmesi ya da uzun sürmesi durumunda tarımsal üretime seçenek geçim kaynakları arayışına girecek; bulabildiğinde de artık tarım yapmayacaktır. Ek olarak; “tarımsal kuraklık”, sulama maliyetlerini artırarak ürün, dolayısıyla gıda fiyatlarını yükseltebilecektir. Bu sürecin toplumsal ve ekonomik sonuçları kolaylıkla kestirilebilir. Böylesi bir yapılanmada “her tarımsal işletme için eşit olan” doğal oluşumların, bu bağlamda da kuraklık ve su yetersizliğinin olası etkileri, “her tarımsal işletme için eşit” olmayacaktır. Üstelik bu eşitsizlik, yersel ve ürün temelinde de farklı düzeylerde olabilecektir. Böyle iken, tarım politikalarının ve bu kapsamda da çeşitli desteklemelerin “eşitlikçi” bir yaklaşımla uygulanması, söz konusu eşitsizliği daha da pekiştirebilecek; dolayısıyla, başta su kaynaklarına ulaşım olanakları olmak üzere “dezavantajlı” tarımsal işletmelerin, kuraklık ve su yetmezliği nedeniyle daha hızlı biçimde tarım yapamaz duruma gelebilecektir. Öte yandan, aynı araştırmanın bir başka bulgusuna göre;Tarımsal işletmelerin %62,3'ünde hem bitkisel üretim hem de hayvan yetiştiriciliği, %37,2'sinde yalnız bitkisel üretim, %0,5'inde ise yalnız hayvan yetiştiriciliği yapılmaktadır. Başka bir söyleyişle; “tarımsal işletmenin tasarrufunda bulunan toplam arazinin; %66,41'ini hem bitkisel üretim hem de hayvan yetiştiriciliği yapan işletmeler, %33,56'sını yalnız bitkisel üretim yapan işletmeler, %0,03'ünü yalnız hayvan yetiştiriciliği yapan işletmeler tasarrufunda bulundurmaktadır.” Hayvancılık etkinlikleri ise, bilindiği gibi ülkemizde, öteden beri hemen hemen tümüyle kamu mülkiyetinde olan çayır ve çoğunlukla da mera olarak kullanılan arazilerde yapılmaktadır. Yine bilindiği gibi ülkemizde 1940 yılında 44,2 milyon hektar olan çayır ve mera arazileri, özellikle meralar, çeşitli nedenlerle hayvancılık dışı amaçlarla kullanılması nedeniyle 13-14 milyon hektara gerilemiştir. Bir dekarda ortalama 80 kg kuru ot hasat edilebileceği varsayıldığında, ülkemizdeki meralarda yaklaşık 12 milyon ton kuru ot elde edilebileceği; 11 milyon büyükbaş, 30 milyon dolayında da küçükbaş hayvan bulunduğu göz varsayıldığında, ülkemizde meralarımızın yeterli nitelik ve nicelikte olmadığı kolaylıkla kavranabilir.  Ne var ki, ülkemizde çayır ve meraların yersel dağılımı ve ot verimi de dengesizdir. Hayvan varlığı dağılımının da dengesiz olduğu önünde bulundurulduğunda, bu dengesizliğin kuraklıklardan dolayı daha da artabileceği; özellikle yoksul ve küçük köylülerin hayvanlarını gerektiğince besleyemeyecek ya da bu yönden de piyasaya bağımlığı artacaktır. Peki; bu gerçekler tüm boyutlarıyla ortada iken siyasal iktidar soruna nasıl yaklaşıyor? Daha önce de anımsattığım gibi, 2012 yılında yeniden düzenlenen Tarımsal Kuraklık Yönetiminin Görevleri, Çalışma Usul ve Esaslarına Dair Yönetmeliği uyarınca merkezde oluşturulmuş olan “Tarımsal Kuraklık Koordinasyon Kurulu” (TKKK), “İzleme ve Erken Uyarı Tahmin Komitesi” ile “Risk Değerlendirme Komitesi” vb birimler; illerde de uzantısı yapılanmalar var. Yönetmeliğe göre bu birimlerde üniversite ve “sivil toplum kuruluşları” da katılabiliyor. 23 Ocak 2014 günü yapılan ve AÜ Ziraat Fakültesi Dekanı ile Türkiye Ziraat Odaları Birliği ve TEMA temsilcilerinin katıldığı toplantı sonrasında kamuoyuna, yalnızca; “2012-2013 tarım yılının tarımsal kuraklık açısından değerlendirildiğinde sorunsuz bir yıl olduğu, 2013-2014 tarım yılı için değerlendirme yapıldığında ise; önümüzdeki şubat, mart aylarındaki yağışların takip edilmesi gerektiği kararına varılmıştır.” bilgisi verilmiştir. Bir ay sonra da kamuoyuna yine yalnızca; “Akdeniz ve yer yer orta Anadolu'da kendilerini endişeye sevk edecek kuraklık ile ilgili gelişmeler olduğunu” belirten TC Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı; "Bu bölgeler için endişelerimiz devam ediyor. Eğer yağış olmaz ise Türkiye'de bir kuraklık meydana getirebilir. Doğu ve Güneydoğudaki 12 il için sorun yoktur. Orta Anadolu'da bazı bitkilerde kuraklığa bağlı gelişme geriliği var. Her şey ilkbahar yağışlarına bağlı. İlkbaharda beklenen yağışlar olursa sıkıntı olmaz ama olmaz ise sıkıntı çıkar." açıklamasını yapabilmiştir (23 Şubat 2014). Öte yandan; ülkemizde çiftçilerin her zaman “korkulu rüyası” olan kuraklık, sigorta kapsamında alınmamıştır*. Başka bir söyleyişle; kuraklıktan etkilenebilecek tarım üreticileri, deyim yerindeyse “saldım çayıra, Mevla’m kayıra” konumunda bırakılmıştır. Kuraklığın şiddetlenip yaygınlaşması durumunda siyasal iktidar “önlem olarak” yine TC Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri vb kamu kurum ve kuruluşlarına olan borçlarının ertelenmesine yoluna başvurulabilecektir.  Kuraklığın orman ekosistemleri üzerinde de yıkıcı etkileri vardır! Sanıyorum artık çok iyi biliniyordur: Orman ekosistemleri bir bütün olarak “canlı” sayılabilecek varlıklardır; her öğesi sürekli bir değişim içindedir ve bu değişimin temel dinamikleri, ağırlıkla doğal oluşumlardır. Ne var ki, bu oluşumlar da hem zaman hem de yersel olarak sürekli olarak değişir. Dolayısıyla, herhangi bir yer ve zaman kesitindeki yapısal özelliklerin ve nedenlerinin açıklanabilmesi, bitimsiz gözlem ve araştırmaları zorunlu kılar. Ancak, bu zorunluluk gerektiğince yerine getirilmemekte; belirli aralıklarla yapılan “envanter” çalışmaları ile bir zaman kesiti ve yersel konumlar için geçerli olabilecek bilgilerin üretilmesiyle yetinilmekte; daha da önemlisi, bu bilgiler hem yer ve hem de zaman olarak genelleştirilebilmektedir. Bu nedenle, orman ekosistemlerinin belirli bir zaman kesitindeki değişimi, tüm boyutları ve nedenleriyle birlikte gerçekçi olarak açıklanamıyor. Orman Genel Müdürlüğü’nün 2006 yılında başlattığı “Orman Ekosistemlerinin İzlenmesi Programı” çalışmaları bu doğrultuda önemli bir adım olmakla birlikte, henüz bu yoksunluğu giderebilecek bir yetkinliğe sahip değildir.** Örneğin, en son 2012 yılında yayımlanan yazanakta “…tüm ağaç türlerinde ortalama ibre-yaprak kayıp oranı % 17,8’dir. Sağlıklı ağaçların oranı % 87,6 olup, % 25’in üzerinde zarar görmüş ağaçların oranı ise % 12,4’dür. Yıllık ortalama ibre/yaprak kayıp oranı bir önceki yıla göre değişmemişken ibrelilerde hafif bir iyileşme, yapraklılarda ise bir miktar kötüleşme görülmektedir. Son beş yıllık değerlendirmeye göre ağaçların ibre/yaprak kayıp oranlarındaki azalma eğilimi devam etmektedir.” bilgileri verilmekte (OGM 2013, s 3) ancak bu durumun nedenleri ayrıntılı olarak tartışılmamaktadır. Öte yandan açıklanan nedenler de; % 40,5’in “bilinemeyen”, %28,5’inin “böcek”, % 11,7’sinin “öteki”, %10’unun “abiotik”, % 4,8’inin “insanlar”, %4,3’ünün “mantar” ve %0,01’nin de “yabanıl hayvan ve otlatma” olduğu sayılmaktadır (OGM 2013, s 9). Açıktır ki, açıklanabilen “nedenler” de bir yönüyle sonuçtur ve bu sonuçların açıklanması gerekmektedir. Sözgelimi; % 28,5 oranına sahip “böcek” ile %4,3 orana sahip “mantar” zararlarına hangi öncül neden belirleyici olmuştur; açıklanmalıdır. Bu çalışmaların dışında, sözgelimi, kuraklığın hangi biçim ve düzeyinin hangi yapısal özelliklere sahip orman ekosistemlerinin hangi özelliklerini, hangi biçim ve düzeyde etkileyebildiğini tüm bileşenleriyle ortaya koyan araştırmaları, en azından ben bilemiyorum; var mı acaba? Orman ekosistemleri söz konusu olduğunda, söz konusu bilgi ve veri yetersizliği koşullarında akla ilk gelen, kuraklığın orman yangınları üzerindeki etkili oluyor doğallıkla. Ancak, bu alanda da iklimbilimci Türkeş ve arkadaşlarının öne sürdüğü gibi “Türkiye’de yapılan …yeni bilimsel çalışmalara karşın, orman yangınları ile klimatolojik-meteorolojik koşullar arasındaki ilişkinin önemini ortaya koyan yeterli nitelik ve nicelikte çalışmanın bulunmadığı görülür.”(Türkeş ve ark 2012, s 33). Doğrusunu söylemek gerekirse, son derece sınırlı sayıda araştırma bulgusu da gerektiğince dikkate alınmıyor. Ancak, tüm yetersizliğine karşın gerek Orman Genel Müdürlüğü’nün konuyla ilgili yayınları gerekse kimi araştırmaların bulguları da bu doğrultuda ipuçları veriliyor. Örneğin Orman Genel Müdürlüğü Yangın Harekât Merkezi’ne göre; “Yıllık yağış miktarının orman yangınları üzerinde önemi büyüktür. Yangın mevsiminden önce kış ve ilkbahar ayları kurak geçerse yangın tehlikesi artar. Yağış havanın bağıl nemini etkilediği gibi yanıcı maddenin nem miktarını da etkiler.” (OGM YHM 2014). İklimbilimci Türkeş ve arkadaşlarının  yaptığı bir başka araştırmada ise; “Orman yangınlarını oluşturan etmenlerden biri olan iklim ve iklimin aktüel hava koşulları orman yangınları için önemli bir neden oluşturur. İklimin anlık durumlarından biri olan kurak koşullarla birlikte sıcak hava dalgaları orman yangınlarını meydana getirme açısından oldukça önemli bir potansiyele sahiptir. Sıcaklığın ani artışlar gösterdiği dönemlerde etkili olan sıcak hava dalgaları sonucunda orman yangınlarında ve kurak koşullarda bir artış eğilimi egemen olur.” görüşüne yer verilmiştir” (Türkeş ve ark 2012, s 33). Bir yanıyla, deyim yerindeyse “malumu ilan” niteliğindeki bu anımsatmalardan sonra, Orman Genel Müdürlüğü ile Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü verilerinden yararlanarak yaptığım çözümlemenin sonuçlarını sunabilirim. Orman yangını çıkma olasılığı ve zarar görebilecek orman ekosistemi genişliği, ülkemizde, başta kuraklık ve nem oranlarının düşüklüğü olmak üzere doğal koşullara, orman ekosistemlerinin yapısal özelliklerine, “orman” sayılan yerler ile ilgili hukuksal düzenleme ve tartışmalara bağlı olarak değişebilmektedir. Sözgelimi, ülkemizdeki orman ekosistemlerinin;
  •  % 58’ini oluşturan 120 milyon dönümünün yangını çıkma olasılığının en yüksek olduğu Ege ve Akdeniz Bölgelerinde bulunmaktadır;
  • % 46’sını oluşturan yaklaşık 96 milyon dönümünü, göreceli olarak en kolay yanabilen kızılçam ve karaçam ağaçları oluşturmaktadır; yaklaşık 50 milyon dönümünde ise, yanıcı madde birikimi, dolayısıyla yangın çıkma olasılığı, en yüksek düzeydedir;
Bu koşullarda, aşağıdaki çizelgede de açıklıkla sergilendiği gibi ülkemizde orman yangınları ile kuraklık arasında göz ardı edilemeyecek bir nedensellik ilişkisi bulunmaktadır:  adsız Bu gerçekliklere karşın Orman Genel Müdürlüğü’nün kuraklık nedeniyle artabilecek orman yangınlarına karşı herhangi bir özel önlem almadığı göz önünde bulundurulduğunda, kuraklığın yangınların yol açabileceği yıkımların boyutlarını ne denli artırabileceği daha kolay kavranabilecektir. Öte yandan, çokça bilindiği gibi, orman yangınlarında yalnızca ağaç ve ağaççıklar zarar görmüyor. Böyleiken, orman yangınları gerek sayı gerekse yanan orman ekosistemi genişliği olarak ne denli artarsa artsın yol açtığı yıkımlar, tüm bileşenleriyle bilinemeyecek; her zaman olduğu gibi yine zarar gören orman ekosistemlerinin genişliği, zararın parasal boyutlarının ne olduğu vb açıklamalarla, bir de yanan bir kaplumbağa  görüntüsünün sergilenmesiyle yetinilecektir. Bunca ormancılık araştırma enstitüsü ve orman fakültesinin bulunduğu ülkemizde en azından örnek alınacak bir orman yangını sonrasında bu yoksunluğun giderilmesine yönelik araştırmalar yapılsa, Cilalı İbo’nun ünlü söylemiyle sorayım; “kıyamet mi kopar?” Bilindiği gibi, orman ekosistemlerine yalnızca yangınlar zarar vermiyor belirli bir çokluğa ulaştıklarında böcekler ve mantarlar, dahası yabanıl hayvanlar da çeşitli biçim ve düzeyde yıkıma yol açabiliyor. Bir saptamaya göre; “Ormanlarımızda 50 tür ve üzerinde zararlının bu tahribatlarda etkili olduğu bilinmektedir… Son 5 yıl içerisinde zararlı böcek ve hastalıkları 3,4 milyon hektar alanda ibreli ve yapraklı ormanlara zarar vermiş olup 2 milyon 942 bin metre küp ağaçların hastalanmasına ve kurumasına neden olmuştur. Sadece 2009 yılında 1.108.968 m3 orman envali böcek zararlarından dolayı tahrip olmuştur.” (Emin 2012, s 8). Ülkemizdeki orman ekosistemlerinde kitlesel yıkımlara neden olan böceklerin başında gelen kabuk böcekleri (Ips sexdentatus ve Ips typographus) vb gibi ikincil (sekonder) zararlılar, çoğu kez başta kuraklık olmak üzere öncelikle direnci azalan ağaçlarda kurumalara neden olmaktadır. KTÜ Orman Fakültesi öğretim üyesi Eroğlu’nun belirttiğine göre “Düşük verimlilik, toprakta çok yüksek veya düşük pH düzeyleri, kuraklık, sel, atmosferik, kirlenme (küresel ısınma ve iklim değişiklikleri; ozon tükenimi dahil) ve anormal düşük ve yüksek sıcaklıklar hepsi stres etkenleridir. Bunlar içinde en önemli stres unsuru su yetersizliği, kuraklıktır.” (Eroğlu, Tarihsiz sunum, s 24)* Ne var ki, ülkemizdeki ikincil zararlı böceklerin orman ağaçlarında kuraklıktan ötürü ne denli zarar verdiklerini ortaya koyan bir veri yoktur. Bilinmesi gereken, kuraklığın bu türden böceklerin “saldırısını” da tetiklediğidir. Peki, kuraklık ağaçlandırma ve orman ekosistemi gençleştirme çalışmalarını nasıl etkileyebilecek? Özel bir çalışma yapılmadığında bu soruya da somut bir yanıt verme olanağı yok; yanıt verebilmek için gerekli olan veri tabanı düzenli olarak oluşturulmuyor çünkü. Ancak, şöyle bir değerlendirme yapılabilir: Orman Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, 2000-2012 döneminde ülkemizde; 425 bin hektar ağaçlandırma, 381 bin hektar orman ekosistemi gençleştirme ve 93 bin hektar da “özel ağaçlandırma” çalışması yapılmıştır. Henüz yetişme, bulundukları yerlerin ekolojik koşullarına uyum sağlama evresinde olan gençlik olası bir kuraklıktan, deyim yerindeyse “fena halde”  etkilenebilecektir. Kuraklık, özellikle de 2010-2012 döneminde “ağaçlandırılan” ve gençleştirilen toplam 242 bin hektar alanda dikilen/ekilen su gereksinmesi göreceli olarak daha fazla olan fidanlarda yaygın kurumalara, böcek ve mantar salgınlarına yol açabilecektir*. Ya yabanıl yaşam ? adsız Biliyorsunuz, olumsuz hava koşullarında, örneğin çok sıcak ya da soğuk geçen günlerde/aylarda duyarlı yurttaşlarımız ve yerel yönetimler sokak hayvanları, kuşlar için uygun yerlere su kapları koyar. Ancak, yabanıl hayvanlar bu denli şanslı olamıyor kuşkusuz; onlar “doğal biçimde” (!) yazgılarıyla baş başa kalıyor. Gerçi, sözgelimi; Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ile orman işletme müdürlükleri bu doğrultuda çeşitli çabalara girerler. Örneğin, en son olarak Orman Genel Müdürlüğü yabanıl hayvanların besin gereksinmesini karşılamak amacıyla 2014-2018 döneminde uygulanacak “Yabanıl Meyveli Türler Eylem Planı"nı hazırlamıştır. Ancak; üzerinde göreceli olarak en fazla durulan kuş türlerinin çoğu için yaşamsal öne sahip olan ve çoğu koruma altına alınmış sulakalanların bile kuraklıklardan ne düzeyde etkilenebilecekleri gerektiğince bilinmemekte; olası bir kuraklık durumunda hangi kişi ve kuruluşların nerelerde hangi önlemleri nasıl alacağını ortaya koyan “eylem planları” hazırlanmamıştır. Öte yandan; ülkemizde yaklaşık olarak 5,5 milyon hektar alan, çeşitli amaçlarla koruma altına alınmıştır. Buralarının gerektiği gibi yönetilebilmesi amacıyla çeşitli düzenekler kurulmuş, hukuksal düzenlemeler yapılmıştır; bu amaçlarla onlarca “bilirkişi” işlendirilmekte, çeşitli planlar ve projeler uygulanmaktadır. Ne var ki, bu çabalar kapsamında, olası kuraklıkların yabanıl yaşama verebileceği zararların en aza indirilmesine yönelik önlemlerin belirlenmesi ve uygulanması ile ilgili herhangi süreç işletilmemektedir. Örneğin; 4915 sayılı Kara Avcılığı Kanunu gereğince 2004 yılında çıkarılan Yaban Hayatı Koruma ve Yaban Hayatı Geliştirme Sahaları İle İlgili Yönetmelik’te bile böylesi bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Kısacası ülkemizde yabanıl yaşamın kuraklardan korunmasına yönelik yaygın yaklaşım, deyiş yerindeyse; “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” biçimindedir; en iyimser bir değerlendirmeyle rastlantısaldır. “Agvua sitiler” kimin suyunu kullanıyor? Şimdilerde bir de bunlar çıktı; “agvua sitiler” ! Görmemişliğin bu denlisine ne denir bilmiyorum; benim aklıma geleni ise “ayranı yok içmeye, …” vb benzer bir söz, çok uygun olacak. Neredeyse her yıl yaşanan su yetersizliği ve bu yetersizliğin en aza indirilmesi için katlanılan ekolojik, parasal vb kamusal maliyetler aklıma geldikçe “isyanları  oynuyorum”. Tamam; ülkemizde de, kapitalist üretim ilişkileri egemen ve bu ilişkilerde, “parayı verebilen düdüğü çalıyor”; ama, böylesi de olmaz ki ! Ancak tüm ülkemizde, dahası, dünyamızın her yerinde bu türden görüntüler ortadan kaldırılabildiğinde. adsız Ancak şimdi kesinlikle sormak gerekmiyor mu: Yaşanan kuraklık ve su yetmezlikleri ortada iken böylesi “sitileri” kimler tasarlayabiliyor, yapımına izin verebiliyor, yapabiliyor, satın alabiliyor ve gönül rahatlığıyla da içinde yaşayabiliyor acaba? Ancak şimdi kesinlikle sormak gerekmiyor mu: Yaşanan kuraklık ve su yetmezlikleri ortada iken böylesi “sitileri” kimler tasarlayabiliyor, yapımına izin verebiliyor, yapabiliyor, satın alabiliyor ve gönül rahatlığıyla da içinde yaşayabiliyor acaba?  “SONUÇ” YERİNE… “Sonuç Yerine” diyorum çünkü kuraklık sorunu yalnızca bu “sessiz tartışmada” gerektiğince ele alınabilmiş sayılmamalı; gerçek konu uzmanlarınca tüm boyutlarıyla irdelenmelidir. Ancak böylesi bir çabaya girecekler için birkaç küçük önerim olacak: Kuraklığın; özellikle ülkemizde olağandışı bir durum olmadığı, sıkça yinelenebileceği; yalnızca İstanbul, Ankara vb büyük kentlerde su yetmezliğine yol açmadığı; tüm toplumsal sınıf ve katmanları, bu kapsamda da tüm çiftçileri aynı düzey ve biçimde etkilemediği; herkesin su tüketiminde verimlilik koşullarını yerine getirmesini zorunlu kıldığı,  ekonomi politik sonuçları da bulunan bir sorun olduğu; doğrudan ve dolaylı olarak çeşitli ekolojik sorunlara yol açabildiği; suyun metalaştırılmasıyla birlikte daha yakıcı toplumsal sorunlara neden olabildiği;  şimdilik kestirilemeyen (ya da bilinemeyen) başka olumsuz etkilerinin de ortaya çıkabildiği kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır. Doğaldır ki, bu bağlamda, bu gereklerin kimler tarafından nasıl yerine getirilebileceği sorusunun da yanıtlanması gerekiyor. Ben ancak şunu söyleyebilirim: Tüm toplumsal sınıf ve katmanların planlama, projelendirme, uygulama ve izleme süreçlerinin her aşamasına yetkili ve sorumluluklu demokratik katılımları sağlanmadan ve sürekli kılınmadan bu gerekler yeterince yerine getirilemez. Bunun çok popülist bir öner olduğunun bilincindeyim. Peki; başka ne önerilebilir sizce? YARARLANILAN KAYNAKLAR Alçiçek, Ahmet – Kılıç, Asım – Ayhan, Veysel – Özdoğan, Mürsel; “Türkiye’de Kaba Yem Üretimi ve Sorunları”, http://www.zmo.org.tr/resimler/ekler/819fb9034f79627_ek.pdf, (5 Mart 2014). DMO 2009; “2008 Yılı İklim Verilerinin Değerlendirmesi”, Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü Zirai Meteoroloji ve İklim Rasatları Dairesi Başkanlığı, Ocak 2009, Ankara. Emin, Akın 2012; “Orman Zararlıları ile Mücadele Eğitim Sunuşu”, http://www.ormuh.org.tr/attachments/Ders_Notlari/OrmanKorumaEntomoloji/Ormanzararlilarivemucadelesi.pdf  (6 Mart 2014). Eroğlu, Mahmut (Tarihsiz, Sunum); “Kabuk böcekleri ve salgınları”, http://www.ktu.edu.tr/dosyalar/15_01_00_e7231.pdf; (5 Mart 2014) GTHB 2013; Türkiye Tarımsal Kuraklıkla Mücadele Stratejisi ve Eylem Planı (2013-2017), T.C. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı. TARSİM; http://www.tarsim.org.tr/trsmWeb/index.jsp?_subpageid_=6; (5 Mart 2014) WWF-Türkiye 2006;  Su: Suyun Yeryüzündeki Serüveni, İstanbul. WWF-Türkiye 2014; Türkiye’nin Su Ayak İzi Raporu; Su, Üretim ve Uluslararası Ticaret İlişkisi, WWF-Türkiye ve T.C. Orman ve Su İşleri Bakanlığı, 2014, İstanbul. Mutlu, Ç.B.- Kurt, B.- Turak, A-Türker, A- Çalışkan, M.A.- Balkız, Ö- Gümrükçü, S- Sarıgül, G-Zeydanlı, U; 2013; Türkiye’de Suyun Durumu ve Su Yönetiminde Yeni Yaklaşımlar: Çevresel Perspektif, İş Dünyası ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği-Doğa Koruma Merkezi. OGM 2013; Orman Ekosistemlerinin İzlenmesi Programı 2012 Yılı Raporu, Orman Genel Müdürlüğü, http://web.ogm.gov.tr/Dkmanlar/Orman Ekosistemlerinin İzlenmesi Programı 2012 Yılı Raporu.docx; (5 Mart 2014). OGM YHM 2014; “Orman Yangınları”, Orman Genel Müdürlüğü Yangın Harekât Merkezi, http://web.ogm.gov.tr/diger/yanginhareket/Sayfalar/ormanyanginlari.aspx; (5 Mart 2014) TZBO 2014; 2013-2014 Tarımsal Üretim Dönemi Kuraklık Risk Tahmin Raporu, Türkiye Ziraat Odaları Birliği, Ankara. TÜİK 2008; “Tarımsal İşletme Yapı Araştırması 2006”, Haber Bülteni 17 Aralık 2008, TC Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu Haber Bülteni, Ankara  Türkeş, Murat-Sarış, Faize- Koç, Telat 2007; “Türkiye’nin Yağış Toplamı ve Yoğunluğu Dizilerindeki Değişikliklerin ve Eğilimlerin Zamansal ve Alansal Çözümlemesi”, Coğrafi Bilimler Dergisi, Sayı 5 (1). Türkeş, Murat.-Altan, Gökhan-Öztürk, Muhammed Z 2012; Türkiye’de 2011 Yılı Orman Yangınlarının Keetch-Byram Kuraklık İndisi ile Analizi. İçinde: VII. Coğrafya Sempozyumu Bildiriler Kitabı, 18-19 Ekim 2012: Ankara
Yorumlarınızı Bizimle Paylaşın

Sadece üyelerimiz yorum yapabilir, hemen ücretsiz üye olmak için Tıklayın

(E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır)
Yorumu Gönder
Henüz Yorum Yapılmamış