Kavramsal izolasyon, sınıflandırma, listeleme ve asıl ihtiyaçlar
Avrupa Birliğinde ve ülkemizde kavramsal izolasyon, sınıflandırma, listeleme ile kendimizi rahatlatma bağımlılığımız düzleminde sapan sorunsal, Türkiye’deki ve Avrupa Birliğindeki Korunan Alanlardaki Toprak Biyoçeşitliliği/Mikrorganizmalar/Genler ve Toprağın Organik Karbon İçeriğinin Görmezden Gelinmesi ve Asıl İhtiyacın Vasıflı İstihdam ve buna göre Kamu Sektöründe Uygulama sürecinde denetlenen ve geliştirilen İngiltere Hükümeti Çevre Ajansı DEFRA Modeli farklı mesleki eğitim ve ödüllendirme/prim/teşvik Reformuna Geçilmesi Gerçekliği Olduğu Konusunda Yansımalar
Eyüp Yüksel
Ülke Çevresel Performans İnceleme (EPR, Environmental Perfoemence Reviews,
www.unece.org ) T.C. Hükumeti adına Milli Uzmanı
İnsanoğlu hemen her yerde ilgi uyandırmaya, dünya, hayat, insanlık için çok acil ve gerekli, yani hayati gördüğü görüşünü, projesini, politikasını kabul ettirmeye meraklıdır, bunun için her türlü araca ihtiyaç duyar. Mesela, çevreyi, doğadaki süreçleri izleyecekse, buna lüzum duymuşsa, finansörleri ikna edebilmek için, gözle görülen, elle tutulan, gerekçelere, somut ihtiyaç ve “gerekçeler”e ihtiyaç duymaktadır. Küresel sermaye, dünyanın gelirinin en büyük bölümünü kendi arasında üleşen, böyle yaparak acı doğal kaynak koruma/kullanma dengesizliklerine ve iklim değişikliği ile mücadelede zayıflamalara yol açan; pastadan artan düşük dilimi, yani geri kalanını “diskalifiye eden”, çöpe atan 80 civarında finans kapital aileye, vahşi kapitalizm çağında bu böyledir, bunun küçümsenecek, ayıplanacak bir yanı yoktur. Avrupa’da bile doğa korumacılar, hassas, gelişmiş çevre raporlama, veri toplama ve veri değerlendirme kurumları bunu yapmaya mecburdurlar. Kendi ihtiyaçlarını, sorunlarını tanımlamak, tanıtmak ve kanıtlamak… AB Bakanları bile bunu yapmaya mecburdurlar, nitekim yaşanabilir bir Avrupa Birliği için AB Bakanları Biyoçeşitlilik Konferansında biyoçeşitliliğin korunmasını elzem gördüklerini onların bildirgelerinden okuduk, bunu yaşadık, bizzat gördük… Kalkınmadan, -Atatürk’ün dediği gibi-: “Üretmeden, çalışmadan milletler, başkalarının yardımıyla ayakta kalamaz”, aç ve enerjisiz soğukta yaşanmaz, bilgisayar, gazete, internet elektriksiz, parasız, enerjisiz kullanılamaz, bu bakımdan bir bakıma en yoksulu, en okumamışı bile; yani insanların tümü kapitalizmin, endüstrileşmenin birer gönüllü temsilcisidir, savunucusudur. Zaten bir bakıma onun için de, parti, ideoloji ayrılığı kalmamış, aynı sırada insanlar; -gıda ve enerji dürtüsü ile!- bir oy deposu bütününe dönüşmüştürler.
Onun için o insanları, yani aslında yine kendi kendimizi ikna edebilmek için, çevre ve doğayı izlemede göze görünen, halkın ilgisini çeken, hareketli cazip, hatta renkleri ve desenleri de alabildiğine güzel hayvanları; yani kuşları ve büyük memeli türleri seçeriz. Yani burada sosyolojik olgular, çağlar boyu evrile gelen uygarlığımız, kısacası sosyoloji ve siyaset, ideolojik bakış açımız, doğanın korunması ve izlenmesi, çevresel parametrelerin belirlenmesi, çevresel göstergelerin sistematik ve algılanması kolay hale getirilerek izlenmesini de belirler. Biz aman politika belirleyiciler, karar vericiler bu grafikleri algılasın, bu renkli, karşılaştırmalı haritalar ve uydu görüntüleriyle rahatça algılayabilsinler derken, beynimizin altındaki, en derinliklerindeki bilişsel yetilerimizin oluşturduğu komplike sisteme de, yani bizzat kendimize de algılatmak, kendimizi de ikna etmek isteriz.
Kimi zaman fiziksel ve biyolojik bilimlerden, biyomühendislik dallarından daha baskın olarak hem de! Çevreyi de doğayı da algılayan toplumdur, sosyolojidir, insandır, beyindeki kognitif yetilere ve binlerce yılda biriken görgü, kültür ve medeniyettir. Antropoloji bu kesitte çok önemli dominant bir rol ve yer alır. Örneğin, Almanya’da Vilm adasında Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi Sekretaryası (Montreal, Kanada) için hazırladığımız dünya korunan alanlarının iklim değişikliğine karşı peyzajlarının denizel peyzajlarının (Seascapes) değiştirilmesi ve yönetilmesi rehber elkitabını bir küresel seçme ekip olarak hazırlarken başımızdaki ABD’li editörümüz Dr. Jamison ERVIN bir antropologdu 2008 ve 2009’da.

Korunan alanlar, doğa, veya diğer bir tercihle tabiat yasası, yönetim planları, veya korunan alanlar dışındaki doğal ve tarımsal biyoçeşitliliğin, hatta muhafaza ormanlarının korunması, ekosistemlerin birer alıcı ortam olarak temiz tutulmaları, Türkiye’nin gündemindeki önemli yerini daima korumuştur. Ne var ki, burada bilimciler, bürokrasi, Avrupa Birliği (AB) mevzuatı, çevre hukuku, yazılı ve görsel basın, arazi kullanımında halkın işadamlarının talepleri ve bu kapsamda bu taleplere anlık çözümlerin üretilmesinin beklenmesi, hazırlanan mevzuatların bu taleplere cevap verememesi; çünkü arazi kullanımında sihirli reçetelerin aslında dünyanın hiçbir yerinde olmayışı nedeniyle, sürekli değişim, tazelenme ile sorunların üstesinden gelinmesini hemen herkes, hemen her kesim bilinçaltından ümit edegelmiştir. Bach’ın füglerle, kontrpuanla bezediği “tekrarın tekrarsızlığı” (Nazım Hikmet’in bir şiirinde belirttiği gibi) addedilen müziğinin tersine, bizde kurumsal yeniden yapılanmalar ve revize edilen mevzuatlar tekrarın tekrarıdır bir bakıma. İyi niyetle, büyük emeklerle icar etsek de, bu sorunu henüz aşamadık ki, yenilerine gebeyiz milletçe. Bir beklenti duy, gerçekleşince rahatla, sonra yeniden, -hatta öylesine ki, henüz yeterince kullanamadan, test edemeden tüket- eskit ve işlemediğini gör, depresyona gir, sonra düş kırıklığı ile uyuşarak otur, çalışmadan boş otur toplumuyuz milletçe. Bunu aşmamız gerek. Bu konuda bize AB ve ABD hele Birleşmiş Milletler kesinlikle yardımcı olmaz, bizi tanımıyor, kültürümüzü, tarihimizi, sosyal dokumuzu, biyoçeşitlilik dokumuzu tanımıyor. Tür ve liste olarak IUCN olarak tanıyor sadece. O yetmez. Bizi batının yönetim planları kurtaramaz. Biz batıya farklı planlar hazırlayıp, onların da ellerinden tutarak onları dünya, yani bir olarak ileriye taşımalıyız, bunu amaçlamamız gerek. Herkesi ikna edebilirim bu konuda. Gelecek yazılarımızın da konusu pekala da bu olabilir, mesela toprağın biyoçeşitliliği ve toprağın organik karbon içeriği konusu temelinde. Bu konularda deneyimi OECD çalışmalarımızda edindim. Geliştirmemiz lazım ama, bu kadarı ne bize (Türkiye’ye) ne dünyaya yeter!
Aynı kültürler, aynı insanlarla yoğrulmuşlardır. Veya bazı kültürler özünde, dışarıdan bir müdahale, AB Dünya Bankası vb. patentli, ama uyarlanmadığı için oturmamış, işlemeyen, çalışmayan türden hibridtirler.
Avrupa'daki deneyimler bizdekinden çok farklıdır, AB ülkelerinin idari yapıları, toplumun karar uygulama, idarecilerinin karar verme mekanizmaları, doğalarının biyoçeşitlilik dokusu, -bizdeki üniversite kurumunun kabul etmediği-yarı doğal habitatlar ile doğal habitatları arasındaki ekolojik ve antropojenik ilişkileri, hatta köyde ve kentteki insanların yolda, çarşıda yürüyüşleri, selamlaşmaları, birbirleri arasında koydukları “türe özgü kentsel ekolojik” fiziki mesafeler ile çıkardıkları gürültü örnekleri bile farklıdır. Oldukça farklıdır. Toplumsal siyasi örgütlenmeleri çok farklı, bize uyar mı acaba, diye düşünmemiz gerekir.
AB çevre ve doğa politikaları ile uyum içerisinde olmak, AB Müzakerelerinde Fasıl kapatma başarısına ve AB mevzuatına uyum ile paralel değildir. AB Parlamentosu kararları ve AB Komisyonu Direktifleri başka, Avrupa’da korunmaya çalışılıp da, korunan habitatlardaki ekolojik süreçlerin sektörlerden etkilenme ve faydalanması realitesi ve insanların sosyoekonomik ve kültürel ilişkileri, işleyiş mekanizmaları bizdekinden çok farklıdır. Onca kalabalıkta, taşıt arasında bizdeki gürültüyü bulamazsınız mesela. Bizim küçük bir kasabamız bile Kopenhag’tan, Paris’ten, Viyana’dan, Malaga’dan, Londra’dan, Frankfurt ve Hamburg’tan daha fazla gürültü “üretir”.
AB mevzuatı doğrudan AB politikalarını belirlemez
AB mevzuatı doğrudan AB politikalarını belirlemez, göstermez, somut bir halde tanınır, algılanır hale getirmez, biz Türklere getiremez; ifade söylemi ve zihne giriş metotları bir hayli farklıdır, ister İngilizce, ister Fransızca Almanca bilelim bu fark etmez; AB politikaları yaşamın içinde, AB ülkeleri hükümetlerinin aldığı kararlarla ve ona göre; o ülkenin toplumunun benimseme ve başarı derecesi ile tarihten gelen kültürüyle şekillenir.
AB’de ve Türkiye’de mevzuatlar tarihten gelen sosyokültürel, ekolojik insan hayvan bitki toprak besin ilişkisi modelini ortaya koyamaz, ifade edemez. AB ile Türkiye arasındaki mevzuatı bire bir karşılaştırmak bence cansız bir mevzuat fetişizmidir, kağıt üzerinde imzalanır, ama işe yaramaz, yaşamaz, kurur gider, yani unutulur. Bizler AB doğa ve çevre mevzuatını politikacılara, partilere değil, yolda yürüyen simitçilere benimsetecek forma sokmak göreviyle karşı karşıyayız.
Türkiye’de halen iki farklı Bakanlık ama benzer hatta aynı konuda çalışmak zorundalar, örneğin, Natura 2000 (Eğer AB'ye hala girmeye istekliysek) hangi kurumun yetkisinde olacak?
Bu şekilde bir soruyla yola çıkarsak konuyu ortaya dahi koyamayız, çünkü burada sorunsalımız asla yetki çatışması ve sen ben sorunu değildir. Yazışmaya, zaman kaybına, kendini haklı gösterme gerekçeleri icat etmeye dönük, ego baskın bir hastalığımız, zaman kaybettirme makinesi icadımız var. O nedenle, bizlerin ve siyasi iktidarların çalışma konularımız; o kadar kolay değildir. İki yetkin, ehil ve deneyimli çevre hukukçusu, bir mühendis, iki plancı, bir biyolog alarak; geçmiş mevzuatı Alman düşünür Nietzsche’nin akademisyenler için dediği gibi, didik didik et, ceviz kabuğunun içini iyice oyarak; Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği kuruluşlarının yaptığı gibi, neredeyse sonsuza uzanan listelerle, sayfalara dolusu, “hiç açık vermeyen”, “her ihtimali hesaba katan”, “ifadeleri ve üslubu pek sağlam”, “hiçbir noktayı unutmadan not alan” listeler, kategoriler, çıkar ve çelişkiler arasındaki karşılıklı ilişkileri; akış mekanizmalarını, geliştirilmiş; bilgisayar yazılımları ile en renkli şekilde şematik ve tablo olarak göstermek değildir konumuz. Onun yerine, doğru olanı, gerekli olanı (ama ne gerekli kolay fark edilemez öyle hemen!) en kısa, en sade, kestirme yoldan, saflığı bozan, yan konularda takılmadan birkaç cümlede ifade ederek bulma; kendi ulusal ihtiyacını ve yöntemini, kendisi, kendisi için belirleme ustalığı ve zekâsı sürecidir.
Katılımcılık
Burada katılımcılık, mümkün olan en çeşitli sayıda paydaşla birkaç büyük çalıştay yapmak, kaliteli yayınlar ve powerpoint sunumları ile topluma bu bilgiyi yaymak; okunmayan ve izlenmeyen, forumlarına katılımcı bulunamayan internet portali kurmak, basına demeç vermek de değildir.
Mevzuatlarımızda genellikle daha çok, idari yapılanma, yetki dağılımı, idari dallanma, kademelenme, kim, ne zaman yapacak, masraflar kimden, harcama kime, görev ve yetki, sorumluluk kimin hakkı, kim yapmadığı zaman sorumlu olacak soruları bizi daima temel konudan, problematiğin özünden uzaklaştıragelmiştir.
Bu bir iç mesele değil, dışarısı ile uyum, Avrupa doğa yönetimi metoduna ve doğaya karşı uyumumuz sorunudur. Enerjimizi ve zekâmızı bu dar alana yoğunlaştırmak zorundayız. Lütfen kendimizi yinelemeyelim!’ Biz B A C H kadar usta değiliz, dikkatli olmak zorundayız, kaynaklar ve zaman sınırlı, ihtiyaçlar ivedi ve büyük çünkü.
Menfi tenkitler de, övgüler de bu tür bir çalışmada yer alamaz, almamalı! AB kuralları eleştirilemez diye bir şey yok ama AB’nin bu kuralcılığı bence eleştirilmemeli. Tersine ders alınmalı! AB kuralları, teknikleri güzle, iyi, sağlıklı da olsa, AB’nin de bizden beklediği gibi, onu harfiyen lafzını alarak uygulamamız hiçbir işe yaramayacaktır; AB’nin bizden beklediği, bu kurallar manzumesini Türkiye’nin dinamiklerine göre uyarlamak, yeniden bir metot yaratmaktan da zorunu başarmaktır.
Peki, Tabiat (DOĞA) ve Biyoçeşitlilik (Biyolojik Çeşitlilik) Konusunda Yeniden Yapılanma Nasıl Gerçekleştirilmeli, Yeni Mevzuat nasıl “Yeni” Olabilir, çatışanlar arasındaki yetki kargaşasını çözebilir? Burada hakiki sorun yetki kargaşası mıdır acaba? Veya karmaşası? Yetki karışıklığı hep arazi kullanımı üzerinde vatandaşın taleplerini çözmek düzleminde yükselen bir sorunsaldır. Doğa korumaya ülkenin doğal kaynaklarından karı maksimize etmeye, yani kalkınmaya yarar mı? Bunu iyi düşünmek zorundayız. Merkezi yönetimde, yerel, bireyle, yerel kültürle bireysel çözümler üretmek ne derece doğru? Belediyeleri kutsama fetişizmi ne kazandırır ülkeye, 80 milyona, çiftçiye, fabrikatöre, işçiye, açlara, evsizlere, işsizlere, seyyar satıcılar, Güneydoğudan Karadeniz’e mevsimsel göçen gariban proleter mevsimlik tarım işçilerine?
Yerel korunan alan ve yerel yönetim belediye düzeyinde talep edilen menfaatlerin tatmin edilmesi Türkiye’ye ve Orta Doğu’ya, Kuzey Afrika’ya, AVRASYA’ya, Türk Cumhuriyetlerine ve Rusya’ya, hatta ABD’ye ve İsrail’e, İran’a ve hatta Avrupa Birliğine barış ve huzur getiri mi? Bir su barajı da, bir KEBAN, bir GAP Barajı da; ülkemizin sahip olduğu dünyada nadir rastlanan hazine biyoçeşitliliğimizin sadece ilgili çevre, doğa, orman, su bakanlıklarına bırakılmayarak; protokolde, mesleki ihtisaslaşmada Maliye ve Hazinenin aksine ve bütçede yetim ve öksüz bırakılmadan; ülkesel ölçekli öncelikli yönetimimizdir. Bu gerçeği şu ana değin DPT Müsteşarlığı ve Milli Güvenlik Kurulu ve MİT, Emniyet İstihbarat ve başta gözbebeğimiz TSK’nın Genelkurmay Başkanlığımız öncelik haline getirerek görüştü mü tabii bilemiyorum. Şikago’daki (Chicago) Buğday Borsası ile biyoçeşitliliğimizin, tarlamızın bir ilintisi var mı, bunlar görüşüldü mü, görüşülüyor mu? Çiftçiye ÇATAK vb. destekler veren Tarım Bakanlığı planına bu doğa harikası konuyu da aldı mı acaba? Henüz okuyamadım.
Kurumsal yeniden yapılanma
Doğrusu Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığımızın Çevre ve Şehircilik ve Orman ve Su Bakanlıklarımıza katkılarını daha etkin, yoğun, sık bekliyoruz vatandaşlar ve teknik uzmanlar heyeti olarak. Yerel ve ailesel çözümleri çiftçi kuruluşları, köy belediyeleri, köy ve mahalle muhtarlıklarına bırakmak daha doğru olacak. Kurumsal yeniden yapılanma ile bir (tek) veya iki yetkili, yetkisiz de olsa fark etmez, konusundan daha öncelikli, hayati çalışma konumuz budur, ama medyatik ortamda, toplumun hafızasında sanal sayılıyor henüz. Toplum benzin, doğalgaz, elektrik fiyatları ile, artana gıda fiyatları ile son derece meşgul. Toplum mali yardım istiyor, talep ediyor bireylerine tek tek, çalışmadan, hizmet ve katma değeri yüksek ürün üretmeden. Buna alışmış. Japon, Çinli, Alman, Koreli sabah 5’te kalıp işe başlarken, bizde erken kalkan ve çalışan horoza benzetilir, ayıplanır malum.
Bu konuda ne işçi sendikaları, ne memur sendikaları, ne TÜSİAD ile MÜSİAD ve TOBB strateji üretti.
Bu kurumlara ve meslek odalarına, belediyelere, toplumdaki hedef gruplara bu konuda yardım etmek, yeniden bir doğa tabiat yasası ve yeni bakanlıklar hazırlamaktan, tahsis etmekten, kurmaktan daha önemlidir. Biyoçeşitlilik “sorunu” sadece askeri tatbikatlarda aklına gelir asker kesiminin, bu konuda kendisi de İngiltere Savunma Bakanlığının yaptığı gibi, bir çalışma, uzmanlaşma, istihdam, bütçe, know-how koymaz ortaya. Oysa askeri uçaklar kuşlardan, kuşlar atışlardan ve uçaklardan korunmalı en azından. Askeri bürokraside doğabilimci ve ÇED yani (askeri) çevresel etki değerlendirilmesi uzmanı istihdam edildiğimi sanmıyorum. Asıl somut “tabiat ve biyoçeşitlilik” sorunları işte bunlar, bizim yetki çatışması sorunumuz yok. Yasalardaki tarama çalışmaları tespitler ne işe yarar, nereye kadar yarar, önce bunları bir oturup düşünmemiz gerekir. Basit, sade, ama doğru, gerçek ihtiyaç olan çözümler bulmak zorundayız. Yeniden yapılanma bu pratiğin ardından zaten hayatın içerisinden gelecektir, zaten kendisi, “Ben buradayım, gelin yasalaştırın!” diye işaret edecektir. İşte o zaman geldiği zaman, mevzuat da değiştirilir, kurumlar da yenilenir, birleştirilir veya ayrılır ya da tamamen farklı kurumlar kurulur, Şimdilik bunların hepsi de belirsiz.
İki farklı Bakanlık olması tabii önemli bir sorun, en üst vasıftaki insan kaynakları kapitalimiz; yani doğa koruma ve çevre koruma sektöründeki milli enerjimiz ikiye bölündü, kafalarımız, ortak deneyimimiz ikiye bölündü, güç ve nitelik kaybı istenmeden de olsa yaşandı. Heyecan azaldı. Bu olgu, AB Türkiye İlerleme raporunda da ifade ediliyor, Avrupa bunun farkında. Neyse. Biz de AB’nin çift standartlarının farkındayız ne gam!...
Evet, ne yapmalıyız?
Bence bunlar bile ana sorun, asıl konumuz değil. İşe şuradan, şu soruyu sorarak başlamalıyız. Biz doğayı korunan alan içinde veya dışında, çevresel parametreleri de denge içinde tutarak, insan ve yaban hayatı (tv belgesellerinde Vahşi Yaşam dediğine bakmayın, gayet faydalı ve masum bir yaşam bu!) türü ve ekosistemleri sağlığını korumak için ne yapmalıyız?
Evet, ne yapmalıyız? Bir konu geliyor mu aklımıza? Öncelikli olarak ne korunmalı, koruma işine nerden başlamalıyız? Bunu pek düşünemedik, sorun bile edinemedik zihinlerimizde. Biri kral çıplak demeli Ulusal Kanaldaki gazeteci Mustafa Mutlu’nun programında olduğu gibi. Birden fazla kral çıplak diyene, yani benden farklı çalışma konularını, felsefedeki ontolojik çalışma konularını ortaya koyan olmalı ülkemizde; sadece eleştirmeyen, yermeyen ama doğa koruma mevzuatını hazırlarken, yeni yasasını çıkarırken, yeni bakanlıklarını organize ederken.
O halde daha fazla uzatmadan, açık konuşayım, kendi önceliğimi hemen ortaya atıvereyim: önce toprak. Evet, Erozyon Dedenin yani göz nurumuz, gözbebeğimiz, bu vatanın has evladı, bilge kişisi Sayın hayrettin KARACA’nın altını ısrarla çizdiği, Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin kurdurduğu DTCF’de yetişen dünya çapındaki Sümeroloğumuz Muazzez İlmiye ÇIĞ’a Kanal B’deki Programlarında yüksek sesle hatırlattığı gibi, söylediği gibi, işe önce toprakla başlamalı. Bizi buluşturan ortak iki ortam toprak ve sudur. Her ne kadar Toprak ve Suyu ve Yol Su ve Elektrik’i ve de Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünü kapattıysak da.
Benim hayalperest ama bir o kadar da gerçekçi, görüşüme göre, asıl sorun tarım ile (çiftlikler) doğayı tek bir bütün olarak yöneten, koruyan tek bir bakanlık en ideali, Hollanda'da olduğu gibi. Çünkü güçlü köklü bir tarım ülkesiyiz(dik), doğa büyük, ülke alanı büyük, köylünün geleneksel üretim metotları birikimi çok kıymetli dünya için, Vavilov Gen Merkezimiz (Güneydoğu Anadolu'da ve daha sınır dışı Güneyde galiba, buğdayın atası, kökü var, bu gezegenimiz için çok büyük, en büyük öneme sahip. Ekonomik değeri olan bitkilerin gen kaynaklarının, cetlerinin bulunduğu alanlar). Vavilov Sovyetler Birliği Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Stalin döneminde partinin adamı politikacı Lizenko’ya karşı bilimi savunan sıkı bir genetikçi bilimadamı.
Kültür bitkilerinin (mesela havucun, fasulyenin, buğdayın) doğadaki akrabalarını doğal habitatlarda FAO statülü özel bir statü ile farklı metotlarla korumak; belki de yeni bir biyoçeşitlilik ve tabiatı koruma yasasından, yeni bakanlıklar kurulmasından daha önemli Türkiye için, hatta insanlık için. Zira iklim değişikliğinin sert ve acımasız ve de öngörülemeyen etkileri belki bu gen kaynaklarını da, bu doğal habitatları da affetmeyecek. Tarih önünde sorumluyuz, dünyaya karşı da, tabii başta, kimse kusura bakmasın Türk Milletine karşı sorumluyuz, bu sorumluluktan hiç birimiz kaçamayız.
Hollanda bana göre çok iyi; ekosistem servislerini tek bir bakanlık bünyesinde toplamış: Hollanda Tarım Doğa ve Su Bakanlığı. Doğal kaynaktan, doğadan yola çıkarak; doğanın ve tarımsal ekosistemlerin bütünlüğüne saygı duyarak, yapaylaşmadan kurumsal yapılanmasını teşkilatlandırmış. O Bakanlığa bağlı Leiden'de bilirsiniz bizim DSİ'miz gibi bir su kurumu RİZA var, içinde müthiş bilim adamları var (çoğu emekli olmuştur, bizdeki çoğu ciddi ziraatçi, limnolog vb. profesörler onların çalışmalarını izlerlerdi çevresel kimya, hidroloji, göl dip çamuru sedimanından fosfor salınımı vs.). Yani bir bakıma şunu da demek istiyorum, dışarıdan hocalara proje verme yerine, kurum içinde, üstelik öğrencilere ders vermekle de vakit kaybetmeyen, arazide araştırma yapan bilginleri barındıran bir kurumsal yeniden yapılanma bizde de çalışır. Toplumdan gelen kullanıcı taleplerinin Anlık (
Ad hoc) siyaset adamlarımız üzerindeki baskısı köreltmezse tabii. İşte önce bu araziden, apartmandan, daireden, emlakten kazanma dayanağımızı, çaresizliğimizi, bağımlılığımızı yok etmeliyiz, ben de dahil, çocukluğumuzdan yana hep bu kazançlara bel bağladık; çünkü teknoloji ve temel bilim geliştirmedik, ekonomik katma değeri yüksek biyoteknoloji, elektronik iletişim, yazılım ve hardware, yüksek elektronik ve biyo teknolojiler geliştiremedik, az kazandık, çok az kazandık. Belediyelerimizin ve inşaat şirketlerimizin bile kazandığı çok azdır dünya biyoteknoloji, gen mühendisliği ve elektronik şirketleri ile IT şirketlerinin kazandıklarının yanında (
Yani mevcut sorunumuz kurumsal yeniden yapılanma ve yeni bir tabiat biyo çeşitlilik yasası ve kurumları değil aslında, sorun çok temelde, en derinlerde, parayı kazanmanın yolaklarını ve yönünü değiştirmekte!) Siyasetçi de yıpranmamak için; toplumunun talebiyle bütünleşmek, istihdamı artırmak için somut icraatla başarı kazanmak için bu teklifi geri çeviremeyecektir kanısındayım. Zira üreten, reel sektör ekonomisine geçmeyi, en azından niyet dinen bir yeni hükümetimiz var. İnşaat sektörü yeterli olamadı, Sayın Bakan Ali BABACAN önceden uyarmıştı, şimdi hepimiz gördük.
Kentsel yayılma
Bilindiği gibi, Türkiye'de de kentsel yayılma çok fazla ise, yani ülke sathına çok yayılmış, yer kaplıyorsa (
Urban sprawl), o zaman Avrupa Çevre Ajansı (AÇA)'nın bu konudaki teknik raporunu da inceledikten sonra, bir yeniden kurumsal yapılanmaya gidilmeli. Dikkat ederseniz burada, mevcut idari yapılanmayı, bakanlıkları, yetki çatışmasını sorun etmiyoruz, sorunlardan yola çıkarak, sorunları çözmeyi temel alarak, aşağıdan yukarıya doğru; doğanın ihtiyacından çıkan bir doğa çevre yönetim mekanizması dokusunu bulmaya, araştırmaya çalışıyoruz. Bir aşamada, bir makalede, bir kitapta bulunacak konu değil bu! İşin burası çok önemlidir.
Bir yanda, altı ayda aynı gelenekle bir çözüm üretilmesi. Öte yanda, bu altı ay kadar çok uzun sürede değil; belki bir ayda ama, buradan yola çıkılarak, kafamızdaki niteliği daha yüksek ve aslında izafi olarak belki de onlarca yıllık değişimi, kafaiçi reformu da kapsayan “uzun” bir 30 günlük planlama döneminden sonra yeni bir yasa, yeni bir kurum veya kurumlara ya da tek bir kurumun muhtelif organlarının belirlenerek, çıkarılması, kabul edilmesi daha hayırlı olur.
Daha kısa bir sürede, ama farklı, daha çok, daha yoğun düşünerek, sorunsalı doğru teşhis edip, tedaviyi sadece 24 saatte yani sadece 1 günde bularak…
Daha da özetleyecek olursak, önce sormamız gereken doğru soruyu bulmalıyız. Henüz o soruyu bulamadık. O kayıp! O bizde ama kayıp. Eğitim sistemimiz, mühendislikler, üniversite, temel bilimler dahil, tabii bizleri, hepimizi ezbere, ayrıca Batıyı sorgulamadan, adapte etmeden, taklit etme bakısıyla güdüledi, burada kendimizi suçlamamalıyız, ama her bir adımda çok dikkatli olmalı, bin kez düşünmeliyiz.
Mesela, eğer bizde rant arazi geliştirme sebebi ile belediyeler rant arazi rantı "üretip" dikey kentleşme yapıyorlarsa ona göre bir yapılanma gerekir; çünkü doğa artık tek başına kalmadı bence ve Avrupa'da alıştığımız gibi; doğa ve kent birlikte ele alınmalı. Ama nasıl? Avrupa’da yatay şekilde kentlerin aşırı yayılması başlıca sorun, onlar ona göre teşkilatlanacaklar, onların milli hükümet mevzuatları ve Brüksel’in çevre mevzuatı ona göre olacak, ama bizde dolmuş ve kaotik konumlandırılmış “mobilize” taksiler ile tıkanmış, depreme dayanıksız çok katlı ve çok fiyatlı, ticari, emlakçı belediyeci yapılaşması sorununa AB mevzuatı ve AB tipik kurumsal ülke yapılanmaları çare olur mu, bulabilir mi hiç!? Hiç sanmıyorum. Tersine, halkının ve kentlinin hatta doğasının, kırsal kalkınmasının, tarımının dokusuna ve ruhuna uymaz bu ithal “çözümler”.
Acaba, Hollanda'daki gibi, Hollanda Mekânsal Planlama ve Çevre Bakanlığı da mı olmalı ayrıca? Yine iki bakanlık, orada da. Ama bu aceleci ve taklitçi yaklaşım sayılır, çünkü doğa, doğal kaynaklar, insan gereksinimlerine göre değil, sorun çıkarak diğer üst yapı kurumu (üretimsiz, reel sektöre dayanmayan kazanç) sorunlarına çözüm üretmeye çalışana türevin de türevi bir yeniden yapılanma çabalaması olur bu.
Natura 2000 modeli ve AB'nin Natura2000 ağı ile EMERALD bağı ile bağlanmamız koridor oluşturmamız; AB'ye girme niyetimiz olmadığında bile ve AB bizi istemediğine göre her halükarda çok faydalı bence. İstersek AB’ye giremeyelim ve AB de Biz hepimiz Türkiye’nin gücünden ve potansiyelinden faydalanma fırsatını kaçırsın; çünkü her ülkedeki yapılaşma, artan nüfusa göre kentlerin çok yer kaplaması, toprağın üzerinin örtülmesi bir de üzerine iklim değişikliğinin istenmeyen etkileri binince bu "nefes alma" koridorları ağ sistemine dünya için ihtiyaç var. Ülkeler arasında doğanın sınırları yok malum. Ve AB de Türkiye de biz hepimiz dünya uygarlığı içiniz.
AB’de de mesela Hollanda’daki Avrupa Doğa Koruma Merkezi ECNC (European Centre for Nature Conservation, the Netherlands), ENCA, IUCN, Scottish Heritage, Veenecology, AVALON, EuroNatur, BirdLife International, IEEP, ECOLOGIC, EFNCP ve İngiltere’deki TRAFFIC gibi kuruluşlarda bu bilgece derin vizyon çok şükür mevcut.
Bizim halkın sağduyusu güçlü ama, maalesef eğitim seviyesi düşüktür, bu tüketim toplumunda Orta Doğu ülkesi olunmaya heveslenilerek giderek de düşürülmektedir; haklı olarak çocuğunu evlendirmek için arsa, imar, kat, ev ister, arazi spekülasyonunu sever; bu da doğa korumanın AB mevzuatına göre de, bilime göre de uygulanmasını engeller, siyasetçilerle daha samimi kırsal karakterli kentli halkımız da. Avrupa ABD vs. gibi değiliz, onlar ve ÇİN, Kore, Japonya innovasyondan, katma değeri yüksek ürünlerden kazandıkları için, arazi rantına, apartmandan kiradan emlakten gelire ihtiyaç duymuyorlar. O nedenle tek bir BAKANLIK kendi içinde çözüm üreten tek bir DOĞA KORUMA organı, yapılanması faydalı, zorunlu galiba. Ne var ki, bizim milli mevzuatımız çok girift, uygulanması da, aşılması da her vak’a için ayrı ayrı zor ve soyut-genel bir bütün olduğu için, bu tür bir Bakanlık da hiç bir işe yaramaz. Bizler bakanlıklarımızda memur kuralları çerçevesinde AB ve Dünya Bankası yatay proje teşkilatlanmasında göre vazife icra edemiyoruz, belki iki sistemin de çok güzel yanları var ama; simültane olarak iki çelişen sistemin içerinde iki şapkalı konumda roller varsaymamız; böylece farklı kültürlerin aynı anda aktörleri olmaya zorlanmamız bizleri ülke olarak bir hayli zorluyor.
Yetişmiş doğru insan unsuru
Önemli olan, kurumsal yeniden yapılanmalarda mutlaka İÇİNİ DOĞRU İNSANLARLA (yetişmiş, nepotizmden uzak, belki doktorası mastırı var veya yok ama, çekirdekten uygulamada yetişmiş, hem bürokrasi tecrübesi olan hem teknik hukuki sosyal bilimci halkla ilişkiler uzmanı iktisatçılar, çevre ekonomistlerine, enerji ve su toprak uzmanlarından olmalı, sadece ekolog falan da korumacılıkta asla yetmez, çünkü burada asıl sorun, zorlayıcı faktör insan) doldurmak. Yani yeniden bir bakanlık oluştururken eski DPT'nin yaptığı gibi, içini seçerek, muhtelif erlerden arayıp, ayıklayıp, bularak doldurmak. Uzmanlar ve yardımcılarını yetiştirmek hiç bir şekilde çözüm değil, ulufe dağıtmak, kes-yapıştır uyduruk tezler, literatürü tarama İngilizce bir kaç cümle, ile yetişenler uzman değil aslında, bir işe de yaramıyorlar, gördük. Bu sosyal yapılanmayla, kültürle, AB mevzuatını uygulamaya kalkışmak da tuhaf olabilir, kendi doğamızla, kullanım sitlerimizle örtüşmeyebilir.
O nedenle, sanırım BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesine dayanmak daha doğru olur, bence, önceki Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü ve Özel Çevre Koruma Kurumunun tarihindeki en son Kurum Başkanı Sayın Ahmet ÖZYANIK'ın da çok önem verdiği CBD kriter olarak alınmalı. Kendisiyle Fransa’da da korunan alanlar kurumsallaşmasını birlikte incelemiş, Fransız yetkililerden kendisine Paris’te özel brifing almıştık. Bu konular teknik ve karmaşık olduğu için burada değinmeyeceğim.
Yani sadece eleman, makam, bina, teşkilatlanma ile olacak, anlaşılacak, öngörülebilecek bir sorun değil bu kurumsal yeniden yapılanma, çevre çok sektörlü bir disiplin (ilave zorlukları var).
Yani bir süre uzmanlar (etiket kariyer doktora, statü, resmi gazete ile uzmanlık yüksek maaşı alanlar değil, sorunun içinde yaşamış; ülkesini, yerelde ve ulusal düzeyde hatta küresel ticari rekabet ortamında sorunlarını Genetiği değiştirilmiş Mikroorganizmalar ve rekombinant-DNA Teknolojisi (Gen Mühendisliği, Biyogüvenlik) iyi tanıyan ehil meslek adamları) önce bir kaç kez bir araya gelerek, sonra da eposta aracılığı ile FORUM kurup aktif katılarak belirli bir sürede geliştirilebilecek; yani boşluk analizi yaparak, bugünkü sistemin aksayan yönlerini iyi anlayarak, tespit ederek (herkes anlayamıyor, herkes kendine göre "anlıyor" çünkü) çözüm üretmiş, kasabada, köyde, koruma müdürlüklerinde insanlarla iç içe, sorumluluk sebebi ile stres altındaki yaşayan, canlı örneklerin de katılımıyla ancak ortaya Türkiye'nin ihtiyacı olan model, sistem bulunabilir.
İşin içinde (FORUMDA) İç İşleri Bakanlığı idarecileri, Mülkiye müfettişleri ve hukukçular da mutlaka bulunmalı. IUCN, ECNC, EUROSITE, ve her siyasi partimizden milletvekilleri gruplarımızın olduğu EMERALD Networkün de yasal öncüsü Avrupa Konseyi (Council of Europe, CoE, Strasbourg, France) gibi ihtisas sahibi ve halkla ilişkileri tıpkı bizim siyasetçiler, muhtarlar, ve bizim milli park, özel çevre koruma kurumu yöneticileri ve belediyeler gibi çok iyi olan ihtisas kuruluşlarının da görüşleri pekala da alınabilir, onlar tüm dünyayı düşünüyor, içe kapalı bir Avrupacılık, AB kulüpçülüğü yapmıyorlar, ilgi alanlarında Pan-Avrupa (Türkiye, Rusya, Kazakistan, Ermenistan, Azerbaycan vb dahil, Avrupa Birliğine komşu ülkeler, bir bakıma Cenevre Nezdinde Birleşmiş Milletler Ofisi Avrupa Ekonomik komisyonu (UN ECE) ülkeleri) kapsama alanına, yaklaşımına ve ilgi alanına sahip esnek ve insani, doğa dostu kuruluşlar.
Kendi elemanlarını sürekli uygulamanın, çözümün içinde yetiştiren bir bakanlık olsun da, adı ister çevre ve şehircilik ister çevre ister doğa koruma ve çevre, ya da doğa tarım orman su kırsal alanlar veyahut da doğa ve kooperatifler bakanlığı olsun, önemli değil. Ama önce lagünlerinde balık yetiştirsin, bu konuyu es geçmesin! Bu konunun önemini kabul ettirebilmek bizim ülkemizde hemen hemen imkansızdır. Su, lagün balıkçılığı, korunan alan yönetimi ve beslenme ile sağlık (Tıp) ilişkisini henüz kimseye kabul ettiremedik. İsterseniz çevreyi, doğayı Başbakanlık ve ya Cumhurbaşkanlığına bağlı bir kurum yapın, yine kabul ettiremezseniz, İtalya ve Fransa gibi biz sudan, lagünden, balıktan, doğadan kazanamayız, yine kafaca, eylemce, politikaca, kültürce körelmeye deva ederiz.
AB Mevzuatına uyum sağlamak neden zor ?
AB Mevzuatına uyum sağlamak, Natura 2000 alanları vs vs. kolay işler, önemli olan çevresel conflictleri (çatışmaları) çözebilecek usta işi, ehil bir insanlar topluluğunu bir araya getirmek. Nitrat, Su Çerçeve, Çift Kabuklular, Kuş Habitat Direktiflerine uymak, EUNIS Haritası hazırlamak kolay, hepsi bürokratik, masabaşı, bilgisayar, tasnif, tarama işleri. Türkiye'de herkes korkuyor abartıyor AB çevre uyum işlerini. Neden? çünkü çoğu yabancı dil bilmiyor, çoğu futbola magazine düşkün, kitap okumuyor, öyle olduğu için de o konu da sıkıcı geliyor, kendini yetiştirmeyen zihin tembeli boş insanlar AB doğa yönetimini kurumsal yapılanmasını mevzuatını zor zannediyor, büyük yanılgı.
Son yıllarda güç toplayan büyükşehir belediyelerinin merkezi doğa ve çevre yönetimini gölgelememesi, yönetsel ve mali fon gücüyle bastırmaması gerekmektedir ayrıca.
Zira İngiltere’de uygulandığı gibi İngiltere Çevre Ajansı yani Çevre Bakanlığı DEFRA’da olduğu gibi, kendi emeklilerinin danışman olarak istihdam edilmesi çok hayati, ciddi, ayakları yere basan bir destek mekanizması, belediyelerde bu teknik uzmanlık bulunmaz, bulunamaz, ülke adına ülke sınırları içerinde ve dünya ile işbirliği boyutunda asla yetiştirilemez, ölçek farklı, hizmet amaçları farklı, ihtisaslaşmadaki çeşitlenmeler farlı; üniversite kurumundan akademisyenleri projelerde ödünç istihdam ederek; çevre ve doğa korumada tek tek projeci geleneksel ve eskimiş yaklaşımla kokteyl parti içkisine dönüşmemeliyiz.
Ülkemizin DEFRA gibi yetişmiş kendi insan sermayesinden faydalanmasının, bu hazinesini çöpe atmamasının zamanı gelmiştir, sorunlar yığılmakta, beher parça, gün başına projelerde hoca istihdam edilerek, biriken ve giderek altından kalkılması mümkün olmayan bir hale gelmiş sorunlar çözümlenememekte, idari yapılanmalar asıl el atması gereken ileri programlara başlayamamaktadırlar; yapılması gereken ama yığılmış işler tamamlanamamaktadır.
Ayrıca, üniversite mensuplarının da bürokrasi, yatırımlar, yönetim konularında tecrübesi yoktur. Yetiştirilmiş insan sermayemiz emeklilikle çöpe atılmamalı, son birimimin faydası, bir damla suyun değerinde olduğu gibi bir hazinedir ülkemiz ve hükümetimiz için.
Burada kafa karışıklığı çoktur. Taraflar birbirine karşı armoni, ahenk içerisinde değil, sağırlar diyaloğu içerisindendir. Enerji iç çatışmada tüketilmekte, düşünce sistematiği, analiz eden bir yaklaşım oturtulamamaktadır. Konunun karışanı, paydaş ve taraf dışı kesimlerden de pek çoktur. Ortak çalışma gruplarında, kimi zaman ideal saf ama uçuk ve uygulanamaz, iyi niyetli ama ütopik bilimci kesimlerinin görüşleri ağır basar, çatışır ve en fenası da netice aşamasında, birbirinin eklektik toplamı kabul edilerek “ürün” ortaya çıkarılır. Taraflar uzlaşmıştır, ama kavramlara ve çatışmalar, çatışan dinamikler uzlaştırılamamıştır.
Yüzyılın kalkınma dinamikleri
Bu türden masa başı, birey odaklı “ortak” çalışmaya her ne kadar konsensüs sağlandı, taraflar, paydaşlar tatmin edildi, siyaseten de sıkıntı yok, dense de, bu mevzuata ve politika doğaya, ekosisteme, türlerin genlerine, genomlarına, tür gen akışlarına, ekolojik tarih öncesi geçmişe, paleontolojiye, yüzyılın kalkınma dinamiklerinin tamponlanmasına, telafi edilmesi mekanizmalarına uyumluluk göstermez.
Bu türden her hangi bir idari kurumsal dolguyla doldurulacak şekilde hazırlanmış ve sadece kendi içerisinde mevzuat teknikleri tutarlı; ama doğadan uzak, çevresel faktörlerden, ekosistem üzerindeki baskıların mekanizmalarının işleyiş biçimlerinden, alıcı ortamlardan, suyun kimyasından ve termodinamik özelliklerine, doğal kaynakların karakterinden, biyofiziksel özelliklerine yabancılaşmış bir aşırı idari mevzuatçı kalıp yaklaşım, her şeyden önce bir yol da gösteremez, el yordamıyla hazırlanmış, ağırlıklı olarak adaleti sağlamaya yönelik, henüz bünyeleşmiş bir bütün değildir (bkz. Geştalt ekolü), nasıl toplum olmak zor, topluluk olmak kolaysa, birtakım doğruların, uzlaşıların toplamı da, bir işleyen, bütünleşik bir yasal mekanizma değildir. Burada sadede kendimizi kusurlu ve suçlu görmeyelim, bana göre burada, uluslararası sözleşmelerin, ülke güç gruplaşmalarının ve uluslararası organizasyonların, doğadan, her ülkenin kendi doğasından ve sosyo-ekonomisinden, üretim ilişkilerine, insan kültürel yapısından, tarihsel, geleneksel dokusundan uzak yapay standardize etme “çalışmalarının” çok olumsuz “katkıları” vardır. dek yerini almıştır.
Avrupa'daki deneyimler çok farklıdır ancak idari yapıları da ona göre elbet farklı, insan davranışları, tüketim kullanma kalıpları farklı, toplumsal siyasi örgütlenmeleri çok farklı, bize uyar mı acaba? Öylesine ki, Fransa’da korunan alanlar kurumu yetkilileri ile görüşmüştük Ahmet ÖZYANIK Kurum Başkanımız ile Paris'te; Fransızların okyanus aşırı korunan alanları bile var. Biz nasıl örnek alacağız, onları, fazladan bir zorlama olmaz mı? Yani Fransa'nın Güney Amerika'daki bağlı ülkelerinde bile Fransa doğa koruma yapıyor, yetki kullanıyor, yönetim yeri başkent Paris'te. Bizde böyle bir durum, hala aynı devletin devamıyız ama, Osmanlı Dönemimizden bu yana kalmadı artık.

AB uyum sürecimizin hızlandığı dönemlerde Federal Almanya Çevre ve Nükleer Güvenlik Bakanlığı yetkilileri ile ve bağlı kuruluşları Almanya Doğa Koruma Kurumu BFN yetkilileri ile görüşmüştük. Sorum üzerine, BfN'nin Başkanı olan profesör, AOÇ’de, Ankara’da bize; “Siz AB Ortak Tarım Politikasının doğayı koruma ekonomik araçları yerine, kendinize göre özel bir çözüm bulun, tipik AB mevzuatından esinlenmek Türkiye'ye faydalı olmaz, biz de bu çözümü sizden öğrenelim, Türkiye de bize farklı çözümler öğretsin, bunu sizlerden bekliyoruz”, demişti Atatürk Orman Çiftliğindeki Orman Genel Müdürlüğü Kampüsümüz Beştepe Toplantı salonumuzda.
İki farklı Bakanlık ama benzer hatta aynı konuda çalışmak zorundalar, örneğin, Natura 2000 (Eğer AB'ye hala girmeye istekliysek).
Bu ikili mevcut yapılanma olmadıysa ne yapılmalı?
Aslında bence, ikili değil, üçlü yapılanma, çünkü Tarım bakanlığı da konunun bakanlığı ama farklı bir bakanlık. Doğada tarım ile doğal habitatları ve yaban hayatını ayırmak, birbirinden tecrit etmek aşırı zorlama bir ayrımcılık bence. Doğal habitatlarda da, yerine göre tarımsal ürünlerin gen cetleri (ataları) var, gen kaynakları var. Nasıl korunacak bunlar, bunu sadece doğa korumacı bilemez. Yazışma yapmakla uyumu nasıl sağlayacaksınız? Tarımcı, ziraatçi, tarım uzmanı, çiftçi, köylü olmadan; köyden kente iş bulmak için göçerek; tarlaları sonsuza değin “nadasa bırakarak”, yani küresel gıda ve tarım sermayesine, dış ticarete boyun eğerek, besin ithal ederek; toprağı ve biyoçeşitliliği terk ederek bu işi yapamazsınız, doğayı da koruyamazsınız. İki farklı Bakanlık olması tabii önemli bir sorun, enerjimiz ikiye bölündü, kafalarımız, ortak deneyimimiz ikiye bölündü; bu oldukça zorlayıcı bir enerji kaybı, hatta uzayda enerjiyi ve yerçekimini büken bir kara delik. Ancak benim hayalperest görüşüme göre, asıl sorun tarım ile (çiftlikler) doğayı tek bir bütün olarak yönetene, koruyan tek bir bakanlık en ideali. Hollanda'da olduğu gibi. Çünkü güçlü köklü bir tarım ülkesiyiz(dik), doğa büyük, ülke alanı büyük, köylünün geleneksel üretim metotları birikimi çok kıymetli dünya için, Vavilov Gen Merkezimiz (Güneydoğu Anadolu'da ve daha sınır dışı Güneyde galiba, buğdayın atası, kökü var, bu gezegenimiz için çok büyük, en büyük öneme sahip. Vavilov Stalin döneminde bilimi savunan sıkı bir genetikçi bilimadamı.

Hollanda bana göre çok iyi; ekosistem servislerini tek bir bakanlık bünyesinde toplamış: Hollanda Tarım Doğa ve Su Bakanlığı. Doğal kaynaktan, doğadan yola çıkarak; doğanın ve tarımsal ekosistemlerin bütünlüğüne saygı duyarak, yapaylaşmadan kurumsal yapılanmasını teşkilatlandırmış.
Natura 2000 modeli ve AB'nin Natura2000 ağı ile EMERALD bağı ile bağlanmamız koridor oluşturmamız; AB'ye girme niyetimiz olmadığında bile ve AB bizi istemediğine göre her halükarda çok faydalı bence. Çünkü her ülkedeki yapılaşma, artan nüfusa göre kentlerin çok yer kaplaması, toprağın üzerinin örtülmesi bir de üzerine iklim değişikliğinin istenmeyen etkileri binince bu "nefes alma" koridorları ağ sistemine dünya için ihtiyaç var. Ülkeler arasında doğanın sınırları yok malum.
Yani sadece eleman, makam, bina, teşkilatlanma ile olacak, anlaşılacak, öngörülebilecek bir sorun değil bu kurumsal yeniden yapılanma, çevre çok sektörlü bir disiplin (ilave zorlukları var).
Önümüzdeki ay (Ocak 2016), toprağın Penislin (küf mantarı) dahil, mikroorganizmaları, su tutma kapasitesi, biyoçeşitliliği ve gen mühendisliğinden örnekler (kökte Tumofaciens vs) ile, (bakteri vs) kültür suşları koleksiyonu, toprağın organik karbon içeriğinin ve suyun sadece tarımsal ekosistemler için değil, iklim değişikliğinin kötü etkilerinin karabasana dönüşmekte olduğu şu son on yıllarımızda giderek Kuzeye göç eden biyolojik çeşitliliği temsil eden türler için de önemini incelemeye çalışmak, yani bir nebze de olsa ülkemizde OECD tarım çevre bioçeşitlilik izleme göstergeleri rüzgarını yeniden estirmek üzere, 2016’da iyi bir yeniyıl geçirebilmenizi ümit ederim.
Gelecek yazımızın konusu:
Türk korunan alanları için, mevcut milli mevzuatın ötesinde toprak biyoçeşitliliği ve toprak organik karbon içeriği tavsiyeleri.
Yorumlarınızı Bizimle Paylaşın
Sadece üyelerimiz yorum yapabilir, hemen ücretsiz üye olmak için Tıklayın